Yazmakta epey tereddüt ettim. Şuursuz birinin kuyuya attığı taşın peşine takılmaya gerek yok gibi şeyler düşündüm. Ama bir yandan hafızamım önüme koyduğu eski olaylar, diğer yandan daha beter konuşmaların medyaya düşmesi karşısında kayıtsız kalamadım.
İlkinin adı Sevda Noyan; bir ucu İtalya’ya uzanan hayat hikâyesi oldukça ilgi çekici.
Yerel televizyonculukta en alttan en üst basamaklara kadar tırmandığı, özgeçmişinde görülüyor.
Mesleki yelpazesi geniş olmakla beraber en son aktivist yazarlıkta karar kıldığı, bilenler tarafından anlatılıyor.
Son yıllardaki ideolojik, politik ve kültürel zigzagları müzisyenliğinin ve TV programcılığının önünde giden Engin Noyan’ın da son eşi.
İktidar ve ona yakın muhafazakâr çevrelerde itibar gören ve görüşlerine değer verilen bir insan olduğu anlaşılıyor.
Öyle ya, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi Emine Hanım’la Beştepe’de ailecek fotoğraf çektirebilen birilerini kim programına çıkarmaz ki!
Noyan ve Tezcan neler söyledi?
Geride bıraktığımız 3 Mayıs Pazar günü Ülke TV’nin “Arafta sorular” programında öyle lâflar etti ki ortalık ayağa kalktı. Bu sözlerin rüzgârına kendini kaptıran programcı Esra Elönü de gaz vererek olan bitenin üzerine tüy dikti.
Söyleşi “darbe” tartışmasına gelince Sevda Noyan, “15 Temmuz kursağımızda kaldı, yapamadık istediklerimizi. Boş bulunduk… Yanlış anlaşılmasın, doğru anlaşılsın; bizim aile şöyle 50 kişiyi götürür. Biz bu konuda çok donanımlıyız maddi ve manevi olarak. Liderimizin yanındayız ve asla yedirmeyiz bu ülkede, onu söyleyeyim. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim hâlâ sitede böyle 3-5 var, benim listem hazır” deyiverdi.
İkincisi medyada daha fazla tanınan, internet sitesi yöneticisi, gazetecilik ve yazarlık yapan, muhalefet çevrelerine yönelik sert ve saldırgan diliyle dikkat çeken Fatih Tezcan.
Medyaya düşen videoda söylediklerini olduğu gibi buraya taşımak ahlâken mümkün değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik bir saldırı olması halinde, iktidar yanlısı muhafazakâr camianın neler yapacağını olağanüstü saldırgan bir üslupla ifade ederken, gizli silâh yığınaklarına ve hazırladıkları isim listelerine de böbürlenerek dikkat çekiyor.
O utanç verici konuşmadan sadece şu bölümü vermekle yetineyim: “Erdoğan'a öyle bir şey yaparsanız, tırnağı kanarsa eğer bu ülkede başınıza neler geleceğinden haberiniz var mı? Biz bir daha sokağa çıkarsak eğer kimleri toplayacağız, listelerden haberiniz var mı sizin? Tayyip Erdoğan'a darbe idam vs. olursa zulalardan, listelerden, yaşanacaklardan haberiniz var mı? Yiyorsa çıksanıza.”
Meşhur olma hevesinden öte bir durum
Malûm; AK Parti iktidarı bir süredir olur olmaz meseleleri ileri sürerek, sanki aktüel bir darbe tehlikesi varmış gibi bir söylem tutturmuş gidiyor. Özellikle CHP’yi böyle bir fiilin içinde göstermek üzere hemen her konuyu bahane ediyor. “Darbeyle tehdit ediyor” veya “darbe için düğmeye bastı” gibi suçlamalarla, aslında pek de iyi kurgulanmamış bir kampanya yürütüyor.
Bunun CHP’yi marjinalleştirme, iktidardan hoşnutsuz ve uzaklaşma eğilimi içinde olan muhafazakâr seçmenin Millet İttifakı’na yaklaşmasını önleme amacı güttüğü belli oluyor.
Hattâ, COVID-19 sonrası, olduğu kadarıyla yaratılan memnuniyet iklimini erken bir seçimde oya tahvil etme hesabı olarak da değerlendiriliyor.
Fakat yukarıda verdiğim saldırgan ve tehditkâr açıklamalar, olağan bir siyasal rekabetin parti taraftarları arasındaki yansıması olarak ele alınamaz.
Bu konuşmalar, kamusal bir figür olma heveskârlığının ve bu amaçla televizyonda uç şeyler söyleyerek dikkat çekme şuursuzluğunun örnekleri gibi de gelmiyor.
Öte yandan bunlar, söylediği şeylere samimiyetle inanıp bunu dümdüz ifade etmenin mahalleden takdir göreceğini ummakla da açıklanamaz.
Hele mevzunun öyle kestirmeden meczupluğa ve hastalıklı kişiliğe filan bağlanması türünden izahlar hiç anlamlı görünmüyor.
Konunun oturduğu zemini daha iyi görmek bakımından AK Parti iktidarının ikinci döneminden sonraki bazı gelişmeleri ele alalım.
AK Parti’nin üç travması
Bu parti kısa aralıklarla üç büyük travma yaşadı. Gezi direnişi, 7 Haziran 2015 genel seçimleri ve 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi.
İlkinde kitlesel bir hareketlilik yaşandı ve bazı kentlerde yirmi gün boyunca iktidar otoritesi işlemedi. İkincisinde iktidar beklemediği şekilde Meclis’te çoğunluğu kaybetti ve yeni seçimin yolu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ahmet Davutoğlu’nun CHP ile koalisyon kurmasını bariz biçimde engellemesiyle açılabildi.
Üçüncüsü, iktidarın artık anlaşamadığı eski ortağının giriştiği kanlı bir darbeydi. Önlenmesinde halkın sokağa çıkmasının da büyük rolü vardı.
Radikal beklentileri olan bazı marjinal çevreler içinde yer alsa bile, Gezi direnişi bir çevre duyarlılığından, demokratik katılım talebinden ve halkın iktidardan kendisine saygı göstermesini istemesinden ibaretti.
7 Haziran 2015’te Meclis’te çoğunluğu kaybedip iktidarı kaybetme noktasına geldiğinde ise AK Parti, demokrasinin seçimle gelenin seçimle gitmesi ilkesini sık sık tekrar etmesine rağmen (tıpkı 24 Haziran 2018 yerel seçimlerinde de yapacağı gibi) ayak sürüyen tavırlar sergiledi.
15 Temmuz darbesine karşı gerek parlamentonun savunulmasında, gerekse Yenikapı mitinginde bütün partiler yer aldı. Ama sonrasında alınan tedbirlerde, özellikle OHAL ve KHK uygulamalarında ayrıştılar. CHP darbeyi farklı değerlendiren “tiyatro” tezini ileri sürdü.
İktidara yakın muhafazakâr dünyanın siyasal psikolojisi
O gün bugündür iktidarda ciddi bir kaybetme endişesi görülüyor. Muhalefetten yükselen her hareketin bu gözle yorumlanmasını ve uç noktalara çekilerek kriminalize edilmek istenmesini yaşıyoruz.
Özellikle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun vesayet ve darbe karşıtı açık tavırlarını iktidarın görmezden gelmesine tanık oluyoruz. Millet İttifakı’nda yer alan partilerin tümü bu konudaki hassasiyetlerini yineleyip duruyor.
Bu noktada dikkat çekici ola,n iktidarın etrafındaki muhafazakâr çevre, küme ve bireylerde görülen hava. Ağızlarından darbe lâfı düşmüyor. Halkın elinde ne var ne yoksa, nasıl mücadele edeceği, tarihe atıfta bulunarak anlatılıyor. Velhasıl kalemlerinden kan damlıyor.
Belli ki bu tür düşünceleri, davranışları, yazıları ve sözleri rasyonalize eden, olağanlaştıran bir atmosfer içindeler.
Derdim geriye dönük bazı şeyleri kaşımak değil elbette. O tuhaf ve tehdit kokan konuşmaların pek yeni olmadığına ve belirli bir ortamdan beslendiğine dikkatinizi çekmek istiyorum.
Kutuplaştırma ve ötekileştirme zaten siyasetimizin en temel sorunlarından biri. Nefret ve düşmanlaştırma alttan alta işleyen yara halinde. Uygun koşulları bulduğunda, aktüel bir tehdit olarak ortaya çıkıyor.
Son yıllardan bir demet
Son 3-4 yılın, hemen hepsi medyaya yansımış olan bazı olaylarını bu bağlamda yeniden hatırlatmak isterim.
* Bir milletvekilinin İçişleri Bakanlığı’nın resmi kayıtlarında yaptığı araştırmaya göre, 2016 yılında 107,628 silah kaybolmuş. Bunların çok büyük bir bölümünün 15 Temmuz 2016 gecesi bazı emniyet müdürlüklerinden darbecilere karşı direnen halka dağıtıldığı ama daha sonra toplanmadığı ileri sürülüyor.
* Son beş yılda otomatik tüfekler dahil olağanüstü ölçüde ruhsatsız silâh satışı yapıldığı iddia ediliyor. Hattâ bazı STK’ların bu silâh alımlarına önayak olduğu medyaya da yansımıştı.
* Aralık 2017’de Halk Özel Harekât Derneği adıyla, kurucu ve yöneticilerinin silahlı fotoğraflarla medyaya yansıdığı bir derneği duymuştuk. 46 şube ve 40 bin üyeleri olduğu iddia edilmişti. İktidara yakın olduğu söylenen bu dernek daha sonra adını “15 Temmuz Birliğini ve Beraberliğini Yaşatma Derneği” olarak değiştirmiş, tepkiler üzerine şubelerini de kapatmıştı. Başkanı da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la fotoğraf karesine girebilen biriydi.
* İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 2018 yılının başında bazı şehirlerde kamplar kurulup silâhlı eğitimler verildiğini duyurmuştu. Zikredilen yedi şehir arasında İstanbul da vardı.
* AK Parti Gençlik Kolları eski genel başkanı İsmail Karaosmanoğlu, “15 Temmuz’daki hain kalkışmaya kadar hobi amaçlı birkaç çakım vardı sadece. Şimdi, bir mangayı donatacak kadar silâh ve mühimmatım var. Benim gibi de yüz binler var. Bir daha ‘başka şekilde’ iktidar değiştirmeye niyetlenen olursa deneyeceğimiz çok fantezi var haberiniz olsun” diyebilmişti.
* SADAT Uluslararası Savunma Danışmanlığı isimli ve şaibeli bir güvenlik şirketinin sahibi, emekli tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, bir dönem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başdanışmanlığına getirildi ve daha sonra ayrıldı. Tanrıverdi’nin şirketinin bazı ülkelerde askeri eğitim verdiği, paralı asker ve milis gücü temin ettiği ileri sürülüyordu.
* Almanya ve Hollanda’da “Osmanlılar” ve ”Osmanlı Ocakları” adıyla kurulup, AK Parti çizgisinde faaliyet sürdüren derneklerin, bu ülkelerin emniyet örgütlerince “paramiliter örgüt” muamelesi görüp yakın takibe alındıkları da hafızamızda.
* Adları yasadışı alanda duyulan ve iktidara yakınlıklarını çeşitli vesilelerle ihsas eden mafya türü örgütler de kamuoyu tarafından yakından biliniyor.
* Son olarak, bitkisel tedavi yöntemleri uzmanı olarak tanınan Prof. Dr. Ahmet Maranki’nin, 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde, Sevda Noyan ve Fatih Teczan’ı aratmayacak şekilde “Kan ağlıyor içimiz. Ama bizim şayet aksi olursa gidecek hiçbir yerimiz yok. Ben onun için, umudum Kaf Dağının arkası 25 Haziran’dır. Olmadı zaten, o zaman artık Belgrad Ormanı'nda ağacın dibinde, talim şeyimizi oraya gömdük. Çıkaracağız sokağa artık” demişti.
Sonuç olarak…
Bütün bunların iktidara yakın bazı muhafazakâr çevre ve gruplarda yaşanan bir düşünce, duygu ve politika ortamının ürünü olduğunu düşünüyorum.
Tesadüfi sözler olamayacağını; değiştirici ve dönüştürücü tavırlar alınmadığı takdirde ülkenin geleceği için hiç de hayırlı sonuçlar vermeyeceğini şimdiden görmek lâzım.
Sevda Noyan ve Fatih Tezcan gibilerin tekil örnekler olmadığı ortada. Özürler, ilk açıklamaların vahametini değiştirmiyor.
Muhalefet partilerinin demokratik mücadeleyle iktidara gelmek için gereken sabrı göstermeleri, iktidarların da zamanı geldiğinde seçimlerde kaybettikleri iktidarı ayak sürümeden yeni gelenlere teslim etmesini bilmeleri, demokratik siyasal ahlâkın gereğidir.