Ana SayfaYazarlarHenüz vakit varken

Henüz vakit varken

 

Şöyle kabaca Türkiye’nin sosyolojik realitesine, sosyal ve siyasal yapısına baktığımızda, bu ülkede üç temel gücün olduğunu görürüz.  Bunları sırasıyla Kemalistler, İslâmcılar ve Kürtler olarak sıralamak mümkündür(bu yazıda “İslâmcı” kavramı ile, kendilerini muhafazakâr demokrat olarak gören AK Parti ve ılımlı Müslümanlar söz konusu edilmektedir). Şüphesiz her üç gücün de kendi içlerinde homojen olmadığını, farklı grup ve alt gruplara ayrıldığını, bazen rahatlıkla altından kalkılamayacak bir şekilde dallandığını biliyoruz.  Bu grupların önemli bir özelliği de oldukça geçişken bir yapıya sahip olmaları, bir grupta yer alanların diğer gruplarla yakın ve kimi durumlarda içiçe oluşlarıdır. Bu yakınlık ve geçişkenlik, eşit oranda olmasa da, hemen tüm gruplarda var.

 

Kemalist milliyetçilik

 

Türkiye’deki bir Kemalist yeri geldiğinde İslâmcı, hattâ diğer dinler karşısında koyu bir Müslümandan daha tutucu da olabilir. Kemalist iktidarlar dönemindeki Varlık Vergilerini, anti-misyonerlik faaliyet ve uygulamaları hatırlayalım. Yine bir Kemalist, “söz konusu vatan ise” milliyetçiliğin en uç noktası faşizme kaymada bir beis görmez.  Çünkü Kemalizm bu ülkedeki azınlıkları ve Hıristiyanları hiçbir zaman muteber vatandaşlar olarak görmedi.    Misyonerlik faaliyetleri yapıyorlar diye, 18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevinde üç kişinin boğazının kesilerek vahşice öldürülmesi, Kemalizmin bilediği milliyetçilik vasıtasıyla Hıristiyanların din üzerinden ötekileştirilerek hedef alınmasıydı. 

 

Türkiye’de bir Kemalist, köken olarak Laz, Boşnak ve Arnavut olabileceği gibi Kürt de olabilir. Kemalizmin Kürt hareketi, özellikle PKK içindeki derin izleri de ilk bakışta göze çarpar.  Aynı şekilde, Türkiye’deki bir İslâmcının da şu veya bu ölçüde Kemalist olması gayet doğal bir durumdur. Hattâ evrensel İslam anlayışından kopmuş ve milliyetçilikle zehirlenmiş bir İslâının varacağı en yakın liman Kemalizmdir.

 

Hem hükümet, hem iktidar olmak

 

Türkiye’deki bu üç güç veya akımın iktidar ile ilişkisine baktığımızda, AK Parti dönemine kadar Kemalizmin mutlak bir iktidara sahip olduğunu görürüz. Kuşkusuz AK Parti, iktidarı bir anda Kemalist elitlerin elinde alamadı. Çünkü çok yakın döneme kadar bu ülkede hükümet olmak, iktidar olmak anlamına gelmiyordu. AK Parti hükümet iken iktidarın askerde olduğu dönemleri, muhtıralar ve 367 hokkabazlığı gibi uygulamalardan biliyoruz.   İlk kez 2002’de hükümet olan AK Parti, ancak üçüncü döneminde gerçek anlamda iktidar olabilmiştir.

 

Sözünü ettiğimiz bu üç güçten Kürtler, son yıllardaki yerel yönetim deneyimleri hariç, Türkiye’de hiçbir zaman iktidar olamadılar. Zaten Cumhuriyet tarihi boyunca, onlar yok hükmündeydi. Aslında Türkiye’nin selâmeti, onların da bir şekilde bu ülkedeki iktidardan bir nevi pay alması, eşit statülü vatandaşlar olarak sistemin bir bileşeni olabilmelerini gerekli kılıyordu. Ancak Kemalizmin onlara böyle bir fırsat tanıma niyeti hiç olmadı. İktidarı Kemalistlerden alma başarısını sergilemiş olan İslâmcıların, bu iktidarı sorunsuz devam ettirmesi ise, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, Kemalist iktidarın ötekileştirdiği diğer toplum kesimleriyle kucaklaşmasına bağlıydı. AK Parti yöneticileri ve çekirdek kadroları daha başından beri bu gerçeği biliyordu. Zaten barış süreci, bir anlamıyla ötekileştirilmiş olanı kucaklama süreciydi.

 

Bu arada iktidarını kaybetmiş olan Kemalistlerin tecrübeyle öğrendikleri bir durum vardı: Hem İslâmcılar ve hem de Kürtlerle kavga edilerek iktidar korunamaz, kaybedilmiş iktidar tekrar elde edilemezdi. Barış sürecinin akamete uğraması, Kürtlerin ve İslâmcıların karşı karşıya getirilmesi, İslâmcı iktidarı çok ciddi bir sıkıntıya sokabilirdi. Bunu yapmak pek de zor olmadı.

 

Türkiye’de daha düne kadar katı devletçi ve koyu Kemalist olan bir kesim, “bayram değil seyran değil, eniştem beni neden öptü” misali, Kürtlerin yeniden şiddete yönelmesini neredeyse meşru bir yol olarak görmeye başladı. Maalesef Kürt hareketi de, yeni durumu iyi okuyup sağlıklı bir analize tabi tutmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını ifade ettiğinde, onlar da dünden razıymış gibi “devrimci halk savaşı” dediler. Oysa biraz durup sabretseler, 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkarttığı realiteyi iyi okusalar, durum ne olursa olsun, asla şiddete prim vermezlerdi. 7 milyon seçmen, 102 belediye ve 80 milletvekilli desteğine sahip bir hareketin şiddete tenezzül etmesine gerek yoktu. Gelinen aşama, barış sürecini çok daha farklı bir raddeye taşımış ve meclisi doğrudan doğruya barış görüşmelerinin en önemli adresine çevirmişti.  Eğer mesele, Kürt halkının temel hak ve özgürlükleri ise, varsın İmralı ve Kandil devreden çıkmış olsun. Bu sorunu mecliste ele alabilecek ve çözüm üretebilecek bir mekanizma ortaya çıkmışken, her bir şeyi bu yeni duruma göre yeniden düzenlemek gerekirdi.

 

Çatışanlar değil, çatıştıranlar kazanır

 

Ama hep üste çıkmasını iyi bilen bir akıl, Kürtleri haklı zeminden uzaklaştırıp tekrar çatışma içine sokmak için derhal kolları sıvadı.  Şimdi bu çatışma ve savaşın, ne Kürtlere ne de iktidardaki AK Partiye yaramadığını çok iyi biliyoruz. Ancak bu süreçten yarar sağlayacak birileri mutlaka vardır ve onların deyimiyle “durumdan vazife” çıkaracaklardır. Yazımın başında Türkiye’deki üç temel güçten söz ettim. İktidarlarını kaybetmiş Kemalistler, onlardan iktidarı devralmış İslâmcılar ve iktidarın bir ucundan tutmak için sürekli mücadele içinde olmuş olan Kürtler.  Sizce bu çatışmanın kazanı kim olur? Galiba pek çok çatışmada olduğu gibi bu son “kavga”da da gerçek kazanan, çatışıp savaşanlar değil, çatıştırıp savaştıranlar olacaktır.

 

Bence AK Parti, meselenin bu boyutunu da dikkate alarak bir an önce barış sürecini “buzdolabı”ndan çıkarmalıdır. Kürtlerin yerinden yönetim talebi, başkanlık sistemi içinde kolaylıkla çözüme kavuşturulabilir. İllâ hep Türk solu akıl verecek değil ya; biraz da Müslümanlar ümmetin yetimlerine akıl veremez mi?

 

- Advertisment -