Ana SayfaYazarlarHer şey neden çok güzel olmadı?

Her şey neden çok güzel olmadı?

33…

Bandırma Vapuru’nda Mustafa Kemal Paşa ile Samsun’a çıkan subayların yaş ortalamasıydı bu.

 

Samsun’a ayak basan heyetin en yüksek rütbeli komutanı Mustafa Kemal de sadece 38 yaşındaydı.

 

Çoğunluğu, artık ülke toprakları içinde olmayan Balkan şehirlerinde doğmuş bir grup genç subayın, İzmir’in işgal edilmesinden bir gün sonra attıkları cesur adımın 100. yıldönümü için dün Samsun’da kutlamalar vardı.

 

19 Mayıs’ın aynı zamanda Gençlik ve Spor Bayramı olmasına  uygun olarak kutlamalarda sık sık içinde gençler geçen ümitli, heyecanlı cümleler kuruldu.

 

Tabii ki birlikte sevinmeye, heyecanlanmaya, umutlanmaya her toplumun ihtiyacı var.

 

Özellikle de eksik kadroyla da olsa yan yana gelmiş siyasi parti liderleri fotoğrafından bile heyecan duyacak kadar çok yıpranmış ve bölünmüş bir toplumun.

 

Ama tarihi olayların 50’inci, 100’üncü yıldönümleri sadece kutlamak için değil, bir adım geriye çekilip muhasebe yapmak için de bir vesile olmalı.

 

O vesile benim için Gençlik Bayramı 19 Mayıs’ın 100. yıldönümüne denk düşen bir genç ölüm haberini almak oldu.

 

Mehmet Ördekçi adı pek çokları için pek bir şey ifade etmeyebilir.

 

Ama son 10 yılı internet mecralarında Türkiye’nin gündemini izleyerek ve okuyarak geçirmiş sosyal medya nesli için sık sık yazdıklarını okudukları bir isimdi Mehmet Ördekçi.

 

Sosyal medya çağında kimliğin ve tanışıklığın da içeriği değişti.

 

Artık en yakın akrabalarımız, arkadaşlarımızla bile online olarak birlikte vakit geçirdiğimiz süreler, fiziken birlikte olduğumuz süreleri geçiyor. Hatta yan yana geldiğimizde bile ellerimiz sanal dostlarımıza kayıyor.

 

O mecralarda tanıştığımız ve sürekli online olarak birlikte olduğumuz pek çok insanla da en yakın arkadaşlarımızdan daha fazla fikir, duygu paylaşıyoruz.

 

Mehmet Ördekçi de onlardan biriydi.

 

Çoğumuz için şahsen tanışılmayan ama Türkiye’nin çalkantılı son 10 yılında günlük gibi kullandığı Ekşi Sözlük, Twitter ve Facebook gibi mecralarda sık sık yazdıklarını okuduğumuz bir profilin adıydı.

 

Ama onu şahsen tanımasa da herkese yakın kılan, bu ismin bir profil adına değil, kanlı canlı gerçek bir insana tekabül etmesiydi.

 

Üzerine yazdığı meselelere ilgisinin sebebi siyasete merakı değildi. O aslında bütün hayatını etkilemiş, bedeninde izler bırakmış şahsi meseleleri üzerine yazıyordu.

 

1967 doğumluydu, ODTÜ ve Mülkiye’de felsefe okumuş, çevirmenlik, editörlük yapmıştı.

 

Eğer bir İskandinav ülkesinde yaşasaydı, hikayesi bundan ibaret olabilirdi.

 

Ama Tanpınar’ın dediği gibi Türkiye bu evladına da kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermedi.

 

1993 yılında 26 yaşında Ankara’da yasadışı bir sol örgüte üyelikten tutuklandı.

 

Silahlı sol örgütün, silahlı eyleme karışmamış bir üyesiydi ama bu 10 yıl hapis cezası almasını engellemedi. Vatandaşlarının hataları için hesap sormakta bonkör, kendi hataları için hesap vermekte cimri olan devlet büyüklüğünü bir kere daha göstermişti.

 

Gençliğini, on 19 Mayıs’ı Türkiye’nin değişik hapishanelerinde geçirdi.

 

Ama içeride onu geçen uzun yıllar, devletin hapishanelerinin koşullarından çok, mensubu olduğu örgütün ve diğer sol örgütlerin gaddarlıklarıyla yüzleşmesi yıpratmıştı.

 

İç infazlar, işkence, bağnazlık karşısında hapisteki ilk yıllarında  “Benim bunların arasında ne işim var” noktasına gelmişti::

“Elimde izahat da mazeret de kalmadı, ne yapacağımı bilmiyorum. Bambaşka ve yepyeni bir dünyayı bu insanlarla mı kuracağız? Kendi yarattığım roman karakteri ‘devrim sadece olurken güzeldir’ derken benden daha mı haklı? Sonra her şey yeni yerini bulacak ve hayat eskisi gibi mi devam edecek? Uğruna canlar verilen ve verilecek yeni dünya bugünkünün sadece aynadaki tersi mi? Karşı çıktığımız her şey gene olacak ama yeri mi değişmiş olacak? Bunca acıyı işkence yapanlarla işkence görenler, ezenlerle ezilenler, yok sayanlarla yok sayılanlar… sadece yer değiştirsinler diye mi çektik?” demişim.”

 

Hapishane hayatının ilk yıllarından itibaren başlayan sert muhasebe sürecinden sonra Türkiye’de çok insanın yapmaya cesaret edemediğini yapmış, kendi doğrularının peşinde sonu meçhul bir yolculuğa çıkmıştı. Başka dünyaları keşfediyor, metafizikle ilgileniyor, Kuran okuyordu.

 

Üstelik bunu örgütlerin koğuşlarından kaçarak sığındığı, avlu çıkışı olmayan, güneş görmeyen  bir kaç metre karelik hapishane hücrelerinde yapmıştı:

“Orada havalandırmaya, yani avluya, yani güneşe çıkma imkânı olmadığından, kendi isteğimle orada kaldığıma dair bir şeyler imzalayarak yeni yerime taşındım. Başgardiyan, “burada yaşanmaz. Bir-iki hafta kafanı dinle de geri koğuşuna dönersin” diyordu…Orada dört yıl kaldım! Dört yıl güneşe çıkmadım. Ama kendimle baş başa kaldığım, içimin koridorlarında gezindiğim, ruhumu neredeyse elimle tutabildiğim o dört yıl, içim hiç olmadığı kadar aydınlandı. Her şeye rağmen, bütün hapishane hayatımın en özgür dönemiydi!”

 

Devletin işkencesinden, infazlarından şikayet ederken kendi işkencecilerini, cellatlarını yaratmış örgütler ve dünyalarından kurtulduğu bir zamanda 19 Aralık 2000 günü aldığı bir haber bütün hayatını değiştirdi:

“19 Aralık 2000 günü, sabahın erken saatlerinde, aynı anda 20 cezaevine askerler operasyon düzenledi. Bunlar örgütlerin bulunduğu cezaevleriydi. Dolayısıyla Afyon bu cezaevleri arasında yoktu. Ama İstanbul’da, Bayrampaşa Cezaevi’nde yatan kardeşim için endişelenmeye başlamıştım. Daha önce de tek tek cezaevlerinde askerin müdahaleleri sırasında kan dökülmüş, ölen mahkûmlar olmuştu. Akşamki en erken ana haber bülteni Kanal 6’da Hakan Aygün’ün sunduğu ve 18.30’da başlayacak bültendi. Başladı. İlk haber tabii cezaevi operasyonlarında ölenlerden isimleri belli olanlardı. İçimden, inşallah tanıdığım, üzüleceğim kimse olmaz aralarında, yeni toparlandım, sağlığım hemen geri bozulmasın diyerek televizyonun sesini açtım. Hakan Aygün’ün okuduğu ilk isim olarak  Murat Ördekçi’yi duyunca beynimi dolduran bir uğultu oldu, sonrasını ise hatırlamıyorum. Sesim kısılana kadar bağırmışım…”

 

Aynı örgüte mensup olmaktan uzun yıllardır hapis yatan kardeşi, operasyon sırasında avludan koğuşuna doğru kaçmaya çalışırken askerlerin kurşunlarıyla öldürülmüştü. Üstelik devletin hapishane baskınında örgüt mensubu olarak öldürdüğü, örgütün de “şehidi” olarak selamladığı kardeşi artık ne örgüt mensubu ne de birilerinin “devrim şehidi”ydi. O da benzer bir muhasebeyle kendi bağımsız kimliğini oluşturmuştu.

 

Ama örgüt baskısından kurtulmaya çalışırken devletin hayata dönüş gaddarlığına yakalanmıştı.

 

Ördekçi ailesi devlete karşı bir hukuk mücadelesine başladı.

 

Bu sırada Mehmet Ördekçi, 26 yaşında girdiği cezaevinden 2003 yılında 36 yaşında çıktı. Cezaevinden çıktığı ilk günü de bir Facebook postuna yazmıştı:

“Bir insanın betonla bunca fazla hatırası olmamalı. Bazı insanların ölmesini dilerken sesim titremez, ama herhangi bir insanın içeride çürümesini dilerken bir-iki filtreden geçiririm öfkemi. Tahliye olduğum gün Afyon askerlik şubesince Eskişehir Hava Hastanesi'ne gönderilince, kendi evimizi görmeden Siyasal'dan arkadaşım sevgili Sevil'in evini görmüş oldum. Hiç düşünmemiştim, aklıma gelmemişti, kendime sormamıştım, bunca yıldan sonra (bir) eve girince somut olarak ne hissedeceğimi. Eskişehir'i de ilk görüyorum, neresindeyim haberim yok. Sevil geldi aldı beni hastaneden. Vardık evine. Ayakkabımı çıkardım. Salona girmem ve halıya basmamla donup kalmam bir oldu. Refleks olarak ağlamaya başladım. Ayaklarım. On yıldır (1993-2003) betona basan ayaklarım halıya basınca halıya basmayı "hatırladılar." Altüst oldum. Doya doya ağladım.”

 

10 yıl sonra dışarı çıktığı Türkiye’de artık yeni bir iktidar vardı. İşkenceye sıfır tolerans vaadiyle iktidara gelen AK Parti, Avrupa Birliği yolunda üst üste hukuk ve demokrasi alanında reform paketleri açıyordu.

 

Artık devletin daha dokunulabilir olduğu bu yeni Türkiye’de 2004 yılında İstanbul 2. İdare Mahkemesi Bayrampaşa Cezaevi'ndeki operasyonda hayatını kaybeden Mahmut Murat Ördekçi'nin yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermiş, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarını suçlayan mahkeme aileye tazminat ödenmesine hükmetmişti.

 

Mehmet Ördekçi, eski bir devrimci mahkum olarak bu yıllarda önce bloglar, ardından Ekşi Sözlük, Twitter ve Facebook üzerinden eski rejimin savunucularına karşı bu değişimin yanında duran bir siyasi pozisyonu güçlü bir şekilde savundu. Kendi çevresiyle, eski dava arkadaşlarıyla tartışmalara girdi. Döneklik, yandaşlık, dincilerle işbirliği yapmakla suçlandı.

 

Samimi bir özeleştirinin itiraf muamelesi görüp üzerinde tepinildiği, fikirlerini hiç değiştirmemenin erdem sayıldığı, farklı fikirlerdeki insanlarla ortak değerler için yan yana gelme riskini almaya “kullanılmak” denilen bir ülkede yapmaya çalıştığı zor bir işti:

“Bu kadar da değil. Yanılmışım diyebilmek, evet bir erdemdir. Ama “vasatın tasallutu” altında her erdem gibi bu da cezasız kalmaz! Başkalarının ağzından çıkacak her özeleştiriyi kendilerine övgü gibi anlamaya, sizin özeleştiriniz üzerinden kendi b.. hayatlarının sağlamasını yapmaya hazır insanlarla dolu cennet vatanımız. Çıktığımdan beri, beni en çok dinledikleri için en çok anladıklarını sandığım kimseler de dâhil, aynı yöntemle kendi hayatına bakmayı akıl edebilen çıkmadı. Ben konuştukça herkes kendisinin ne kadar mükemmel olduğunu gördü! Şu halimle başkalarının yanlışlarından söz etmem ayıptır, ben kendi eteğimdeki çamurdan söz edeyim derken; herkes tertemiz çıktı, bütün ihale bende kaldı…”

 

Ama Gezi’den itibaren yolu AK Parti iktidarıyla da ayrıldı. Net ve benim de nasibini aldığım epey sert, zaman zaman haksız bir eleştirel pozisyon aldı.

 

Ama muhalifleri bu bile kesmedi. İktidar partisini kapatmaya çalışan, başörtülü üniversite öğrencisine, Kürtlerin mahkemede Kürtçe savunma hakkına, Azınlık Vakıflarının geri iadesine bile direnen askeri vesayet rejimini tasfiye etmek için 2010 referandumunda “Yetmez ama Evet” oyu vermiş olma ‘suçu’ affedilmiyordu:

“Yetmez ama evet'çilere üç yıldır hırlamaya doymayanların bilinçaltında "ordu/cumhuriyet… bizi korusun" şablonu var. Eski Türkiye'nin ezik ve … tebası modundalar. "Hükümetin/devletin şunu şunu yapmasına izin vermeyiz, mücadele ederiz" demeye zihniyet yapıları ve … müsait değil. Bu durumda hangimiz daha solcu oluyoruz pardon?”

 

Geçen hafta vefat haberi duyulunca sosyal medyada boy gösterip, sol örgütlere eleştirilerini ve yetmez ama evet oyunu hatırlatanlar, bir kere kan davası güden aşiretlerin bile yanında hümanist kaldığı ideolojilerinin kendilerini nasıl insanlıktan çıkardığını göstermiş oldular.

 

Halbuki, uzun yıllardır çoklu organ yetmezliği yüzünden kurtulamadığı hasta yatağında onu heyecanlandıran son siyasi olay Ekrem İmamoğlu’nun seçilmesiydi.

 

Ama bu tepkiler gösteriyor ki “Her şey çok güzel olacak” demeden önce “Her şey neden çok güzel olmadı” sorusuna samimi bir cevap vermek gerekiyor.

 

Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün problemlerin miladı 17 yıl öncesi değil.

 

Mehmet Ördekçi ve kardeşinin hayatının karardığı yıllarda AK Parti yoktu.

 

AK Parti de her şey güzel olacak diye iktidara gelmiş, kardeşini hapishane baskınında kaybetmiş bir devrimci mahkumun bile desteğini kazanacak kadar güzel işler yaptıktan sonra her şey çok güzel olmaktan hızlıca uzaklaşmıştı.

 

Peki bunca yıldır bütün iktidarların her şey çok güzel olacak vaatlerinin sonunda neden bir türlü her şey güzel olamadı?

 

Neden 100 yıl önce genç liderlerin kurmak için adım attığı ülke bir yüzyıl boyunca gençlerini bu kadar kolay harcadı?

 

Bu soruların gerçek cevaplarını bulmadan, yapısal sorunlara eğilmeden hiçbir zaman her şey çok güzel olmayacak. Ya da her şey biraz çok güzel olduktan sonra yeniden aslına dönecek.

 

Her şeyin çok güzel olması için önce Mehmet Ördekçi’nin göze aldığı sertlikte ve netlikte özeleştirilerin verilmesi, cemaat, ideoloji, örgüt duvarlarının aşılması, kendi doğrularını kendisi inşa eden şahsiyet sahibi aktörlerin ortaya çıkması gerek.

 

Ama maalesef Mehmet Ördekçi, her şeyin çok güzel olduğunu göremeden, Türkiye’nin eseri olan hastalıklarla geçen uzun ve zorlu mücadelesinin sonunda geçen hafta 52 yaşında hayatını kaybetti.

 

Ondan geriye son 10 yıl olan bitenler hakkında neredeyse gün be gün yazılmış blog yazıları, postlar, entryler, tweetler kaldı.

 

Hayat hikayesini yazdığı blogdaki yazı şöyle bitiyordu:

“Az kaldı, bitiyor. Ünlü biri değilim. Ama olur ya, benim için “içeride kafayı yedi” gibi şeyler dendiğini duyan varsa aranızda, bilsin ki ol hikâyat işte bundan ibarettir. Bu yazı bir şikâyetname değil. Allah mıdır adı, evren mi, Çalap mı, Tengri mi, Tanrı mı, God ya da Gott mu, Ulu Manitu mu, “Bir” mi, “Tek” mi, her ne ise işte, O’nun bana yaşattığı ve yaşatacağı hiçbir şeyden şikâyetim olamaz zaten. Ben bu yazıyı yazan ben’den memnunum ve bu ben’i bütün bu yaşadıklarıma borçlu olduğumun farkındayım. Son nefesle mezun olunan bir okuldayız hepimiz. Benim de bu hayatta O’nun bana bıraktığı sınırlar dâhilinde rolümü İYİ oynamaktan, ruhumu bir sonraki durağa hazırlayacak sınavları geçmekten başka amacım yok. Hatta diyorum ki, belki bu okuduğunuz da sadece bir yazılı kâğıdıdır!”

 

Bu yazılıdan geçtiğine şahidiz. Allah rahmet eylesin….

Sonsuzluğa Açılan Koğuş

- Advertisment -