Hiç!

Hep yalvarmıştı. Ne çok yalvarmıştı! O kapı üzerine kilitlendiği andan itibaren… Kilidi açması, kendisini bırakması için yalvarmıştı. Patron sırıtarak anahtarı masanın üzerine bırakıvermişti. Anahtarı masadan kapıp, kapıya koşabilirdi. Hiç değilse bunu yapabilirdi. Yakalanıp tutulacak, engellenecek olsa bile… ama utanmıştı. Çocukluğundan beri itaatsizlik etmekten, isyankar davranmaktan hep utanmıştı.

Saniyeler önce terk edermiş can bedeni. Ölüm kaçınılmaz olduğunda. Beden parçalanmazdan saniyeler önce… Savaşta, füzenin tanklarının üzerine geldiğini gören askerler mesela, tankın parçalanışını dışarıdan izlerlermiş. O plazanın 34. katından düşerken bunu hatırlamıştı işte Sema. Kim bilir ne zaman, kimden duymuştu? Duymuş ve unutmuştu.

Unuttuğunu sanmış.

Elleri, sıkı sıkıya tutunduğu pencere pervazından koparılıp, boşluğa savrulduğunda, zihninde o sözler yankılanmıştı: “Buraya kadarmış.” Hemen ardından, bir an için de olsa, tuhaf bir rahatlama hissetmişti. Kendini bildi bileli hep bunu merak edermiş meğerse. İnsanın tam olarak ne zaman, nasıl öleceğini bilmesinin imkansız olduğu düşüncesi öylesine yer etmiş ki zihninde, aslında “imkansız” diye bir şey olmadığını idrak ettiği tam da o anda… kurtuluşunun, hayatta kalmasının imkansızlığı karşısında hayrete düşmüştü.

“Buraya kadarmış!”

O bir anlık teslimiyet duygusu, dehşete, hemen ardından öfkeye dönüşmüştü. Öfke kendine yönelikti. Kendini korumaya çalışmaktan, pencere pervazına sıkı sıkıya tutunmaktan başkaca bir şey yapamamıştı. Kendini kurtarmaya çalışmak yerine, saldırmalıymış. Ellerini saldırmak için kullanmalıymış. Arkasına dönüp, tırnaklarını saldırganın yüzüne geçirmeliymiş. Dizini hayalarına savurmalıymış. Ama korkmuştu işte, çok korkmuştu…

Utanmıştı.

Hep yalvarmıştı. Ne çok yalvarmıştı! O kapı üzerine kilitlendiği andan itibaren… Kilidi açması, kendisini bırakması için yalvarmıştı. Patron sırıtarak anahtarı masanın üzerine bırakıvermişti. Anahtarı masadan kapıp, kapıya koşabilirdi. Hiç değilse bunu yapabilirdi. Yakalanıp tutulacak, engellenecek olsa bile… ama utanmıştı. Çocukluğundan beri itaatsizlik etmekten, isyankar davranmaktan hep utanmıştı. İsyan etmek, baş kaldırmak yerine, yalvarmıştı. İzin koparmak için yalvarmıştı. Kendisine küçücük de olsa bir yaşam alanı sağlamak için yalvarmıştı. Arada bir de olsa nefes alabilmek için yalvarmıştı. Hayatı izne bağlıydı. İzin verildiği kadar yaşamıştı.

Patron gençti. Çok yakışıklıydı. Onu ilk gördüğünde utanmıştı. Şık bir mağazaya, pahalı bir restorana girerken utandığı gibi… Sonraki karşılaşmalarında utancı azalacağına, artmıştı. Yüzüne bakamıyordu, elini ayağını nereye koyacağını bilemiyordu, yanakları, gözleri alev alev yanıyordu. İşin fena tarafı, patron farkındaydı. Patron eğleniyordu. Kapıyı kilitledikten sonra anahtarı ulaşamayacağı bir yere koymak yerine, masanın üzerine bırakıverdiği zamanki gibi. Kendisine karşı gelemeyeceğini yüzüne vurduğu zamanki gibi. Onu masaya dayayıp üzerine abandığında, saçlarından yakalayıp başını masaya yasladığında anahtarın serinliğini yanağında hissetmişti. Başkaca endişe edeceği bir şey kalmamış gibi, biraz daha o şekilde duracak olursa yanağında anahtar izi belireceğini, -ah o ince, beyaz teni- komik görüneceğini, patronun kendisine güleceğini düşünüp utanmıştı. Bacaklarını var gücüyle sıkı sıkıya bitişik tutmaya çalışırken… içinden avazı çıktığı kadar ağlasa da, hıçkırıklarını bastırmaya çalışırken, utanmıştı.

“Neden?” diye sormuştu pencereye doğru sürüklenirken. “Hiç kimseye bir şey demem” diye ağlamıştı. Bırakması, gitmesine izin vermesi için yalvarmıştı. Yalvarmaları ne zaman işe yaramıştı ki? Babasını hatırladı. Hem çok kızacaktı kendisine, hem de çok üzülecekti. Utanacaktı. Önce hangisi ama? Çok merak etmişti o an için. Hemen sonrasında patronun yalnızca gözdağı vermek istediğini düşünmüştü. Babasının da hep yaptığı gibi. Onu pencereden sarkıtacak, gözünü iyice bir korkutacak, sonrasında geri çekip salıverecekti.

İşin ciddiyetini ne zaman anladı? Patronun alaycı tavrının değişmediğinin, değişmeyeceğinin farkına vardığında mı? Boşluğun kıyısında verdikleri mücadele sırasında bile alaycılığından vazgeçmemesi, kendisini pencereden aşağı atma girişiminin bir oyundan ibaret olduğu düşüncesini güçlendirebilirdi, rahatlatabilirdi Sema’yı. Ama hiç de öyle olmadı. Patron çok ciddiydi. Eğlencesine ciddiydi. Büyük bir dehşete kapıldı Sema. Pencere pervazına hayata tutunur gibi tutundu.

Yer büyük bir hızla yaklaşıyordu. İnsanlar, arabalar gittikçe büyüyordu.… Onlar büyüdükçe, bedeni küçülüyordu sanki. Zaman bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor, bir akıyor, bir duruyordu. Tek çabası gözlerini açık tutabilmekti. Gözlerini açık tutmaya, görmeye devam ettiği sürece ölüme kafa tutabileceği duygusuna kapılmıştı. Ölümden korkmuyordu. Yere çakılacağı için korkuyordu. Gözlerini açık tutmayı başarabilirse… sonunda karşı koyabilirse, isyan edebilirse? Yere çakılmazdan saniyeler önce?

Hiç işte!

- Advertisment -