Yine şaşırdık. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını uygulamamakta direnen Türkiye’ye karşı, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin, yine sözleşmede yer alan hükümler çerçevesinde 2 Aralık’ta ihlal prosedürü başlatacağının duyurulmasının ardından cumhurbaşkanının “Avrupa Birliği’nin Kavala’yla, Demirtaş’la şununla, bununla ilgili aldığı kararları tanımıyoruz!” ifadelerinden bahsediyorum. Her ne kadar insan hakları ihlalleri yaygın şekilde görüldüğü için artık şaşırmayacağımız düşünülse de, bu sözler “düşünülemez” olduğu için doğal olarak şaşırdık. Nitekim saygın anayasa hukukçusu ve Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Serap Yazıcı bu konuda “Hukuki realiteyle bağdaşan açıklamalar değil, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymama diye bir lüksü yok, karara uymamak sözleşmeye uymamak anlamına gelir” demiştir. Evet, hukuki realite ile çelişen bu kararlara muhalefetten gereken cevaplar geliyor, ama başta Adalet Bakanı olmak üzere, hükümeti destekleyen kesimlerin, özellikle de hukuk eğitimi almış insanların bu konuda benzer sözleri sarf etmesi gerekiyor. Avrupa Birliği’nden mali destek alarak İnsan Hakları Eylem Planları yapmaktan çok daha kısa sürede olumlu sonuçlarını görebileceğimiz bir çalışma olur, bu şekilde davranmak.
Son dönemde yargı alanında çelişkili uygulamaların yaygın şekilde görülmesi üzerine, hukuk alanının hiçbir sabitesi yok mudur, bu kadar görelilik mümkün müdür gibi soruları sık sık sorduğumuz bu ortamda hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde, halkın yargıya güvensizliğinin yüzde 70 oranına çıkmasına eğilmek gerekiyor. En temel sabitelerin yok olduğu, adeta pusulanın kaybedildiği böyle bir hukuk ortamında Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün cumhurbaşkanının AİHM ile ilgili sözlerini düzeltmemesi, en hafifinden görevini ihmal anlamına gelir. Üstelik 10 Aralık İnsan Hakları günü münasebeti ile yaptığı bir konuşmada sayın Gül’ün, Tayyip Erdoğan’ın insan haklarının teminatı olduğunu söyleyebilmesi, görevini ihmalin ötesine geçtiğini göstermektedir. Pek çok meslek için söz konusu olan meslek etiğinden gittikçe uzaklaşıldığı bu ortamda, hukuk etiğini tekrar hatırla(t)mak, hukuk konusunda sabiteler olduğunu hatırla(t)mak gerekiyor. Ayrıca, eğer insan haklarının bir teminatı gerekiyorsa evvel emirde yargı kurumlarının akla gelmesi gerekir, ama bugünkü gibi bu kurumların güvenilirliği zedelenmiş ise, yine rahmetli Ali Fuat Başgil’e referans vererek insan haklarının teminatının bizzat halk olduğunu söyleyebilirim. Başgil’e göre “Bir memlekette hak ve hürriyetin son ve hakiki teminatı bizzat halkın dürüst ahlakı, hak ve hürriyetseverliği ve içtimai faziletidir.” Bu itibarla Adalet Bakanının insan haklarının teminatı olarak lidere değil halka bakması, kulak vermesi gerekiyor.
Ayrıca cumhurbaşkanının şimdi kararlarını tanımayacağını duyurduğu AİHM’e daha önce üç kere başvurduğunu hatırla(t)mak gerektiğini ve işinize gelince AİHM’i saygın bir kurum olarak kabul edip işinize gelmeyince önemsememenin çifte standarta sahip olmak anlamına geldiğini düşündürüyor.
Cumhurbaşkanının söz konusu ifadelerindeki fecaat sadece AİHM’in yetkisi ile de sınırlı değildir; bu sözler yargıya müdahale niteliği taşıdığı için Anayasa’nın 138. Maddesini (“Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez”) ihlal etmektedir. Cumhurbaşkanının, aylar önce ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun yargıyla ilgili eleştirisi üzerine, Kılıçdaroğlu’nun yargıya müdahale ettiğine, anayasa suçu işlediğine bizi fevkalade hitabet yeteneği ile ikna etmeye çalıştığını hatırladığımda, asıl şimdi yargıyı etkileme suçunun gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Çünkü yürürlükteki sistemde muhalefet partisinin etkisi son derece sınırlı olduğu için muhalefet liderinin bu konudaki ifadeleri yargıyı etkileme potansiyeli taşımazken, cumhurbaşkanının yargıya etkileme gücünü hesaba katarak bu sözlerin değerlendirilmesi gerekiyor.
Türkiye’de siyasi partilerin müzakere, ikna gibi araçlarla daha şeffaf ve izlenebilir prosedürler yerine, bugün de olduğu gibi zaman zaman daha kapalı zeminlerde karar ve politika belirlediği olmuştur. Soğuk Savaş döneminin politikaları ve kurumları ile doğru dürüst yüzleşemeyen Türkiye’de siyaset güç yitirdiğinde, arka planda güce sahip olan, yakın işbirliği içindeki Soğuk Savaş döneminin mafyavari yapılanması kendini göstermektedir. İtalya örneğinde gördüğümüz, başbakanlar, bakanlar ve milletvekillerini etkisine alan bu mafyanın, 1990’larda ünlü Antonio di Pietro gibi savcılar eliyle “temiz eller operasyonu” sayesinde temizlenmesine benzer bir arınma Türkiye’de mümkün olmamıştır. Türkiye halkı Soğuk Savaş sırasındaki manipülasyon, provokasyon olaylarından haberdar olamamıştır. Costa Gavras’ın mesela Yunan askeri darbesini eleştirel bir şekilde anlatan, solcu Yunan milletvekili Gregoris Lambrakis’e yönelik suikastı ela alan 1969 yapımı Ölümsüz (Z) filminin, 1970 yılında yabancı film Oscar ödülünü almış olmasına rağmen 1987 yılına kadar Türkiye’de gösterimi yasaktı. 1990’lı yıllarda pek çok faili meçhul cinayetin ve aydınlatılamayan suikastın ardından Susurluk kazası ile ortaya çıkan kirli ilişkileri deşifre edecek ve bunları Türkiye siyasetinden ebediyen uzaklaştıracak bir arınma süreci maalesef yaşanmadı ve siyaset güç kaybedince bu mafyatik gruplar temayüz etmeye başladı. 1990’larda görülen medya, siyaset ve mafya ilişkilerinin benzer çalışma usulleri bugünün siyasi hayatında gözlenmekte ve yine benzer şekilde 90’lı yılların kötü yönetiminin 2000’li yıllarda ortaya çıkardığı yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk gibi kötü sonuçlarına benzer neticelerini görmekteyiz. Ayrıca Susurluk kazasına benzer şekilde Sedat Peker ve Milli İstahbarat Teşkilatında üst düzeyde çalışmış olan Mehmet Eymür gibi şahısların siyaset, medya, iş alemi ve mafya ilişkileri ile ilgili söyledikleri, bu konuda bir arınmayı sağlayacak imkân sunmaktadır.
Yönetimin meşruiyet sağlamak için dini kurum, söylem ve pratikleri kullanma yönündeki tavırları nedeniyle belki de kolaycı şekilde bu yapılanları “siyasi İslam” olarak eleştirmek, sorunu görmemizi engellemektedir. Nasıl Nikaragualı Sandinist gerilla olarak siyasi hayatına başlamış olan Daniel Ortega bugün kilise, büyük sermaye, büyük yabancı sermaye ile iyi ilişkiler kurarak yönetimini devam ettirmiş ve süreç içinde mücadele ettiği ve devirdiği Somoza hanedanına çok benzemiş ise (ve Ortega’yı eleştirmek için “Sandinist” sıfatını kullanmak nasıl uygun değilse) bugünkü AK Parti yönetimini eleştirmek için de “siyasi İslam” sıfatını kullanmak uygun olmayacaktır.