Ana SayfaYazarlar“İki Türkiye”yi aşma çabasında, 15 Temmuz’a ilişkin entelektüel bir konsensüs arayışı

“İki Türkiye”yi aşma çabasında, 15 Temmuz’a ilişkin entelektüel bir konsensüs arayışı

 

[18 Temmuz 2017] Stephen Jay Gould diye ünlü bir Amerikalı bilim adamı vardı. Tam bir polymath, bir Rönesans insanıydı, on parmağında on marifet: biyolog, zoolog, paleontolog, evrim uzmanı, bilim tarihçisi. Harvard’da profesördü. 2002’de kanserden ölmeden önce, topu topu altmış yıllık yaşamına hem en seçkin profesyonel, hem popüler düzeyde tonla kitap ve makale sığdırdı.

 

Bir de solcuydu, sosyalistti üstelik. Tabii barışçı, çoğulcu, demokratik bir solcu ve sosyalist. Nitekim 1997’de New York’ta yapılan bir sosyalistler konferansında çok kısa bir karşılaşmamız olmuştu. Ben aydınların değişen konumu ve zayıflayan sesine ilişkin, Boris Kagarlitsky’nin The Weak Reed (Cılız Flüt?) kitabıyla aynı başlığı taşıyan küçük bir paneldeydim. Gould ise (hatırladığım kadarıyla) Alan Sokal ve Ellen Meiksins Wood’la birlikte büyük bir genel oturumda. Post-modernist epistemolojinin gerçeği rastgeleleştirmesi (Perry Anderson’ın deyimi: the randomization of truth) olarak gördükleri eğilimlere karşı, Marksistler ve sair realist-materyalistler de dahil bütün modernistlerin tam saha pres yaptığı bir dönemdi. Sokal kasten anlaşılmaz bir jargon ve başı sonu belirsiz cümlelerle örülmüş bir makale yazıp yollamıştı, ultra post-modernist bir dergiye. Ve aslında hiçbir anlama gelmeyen bu deli saçması ciddiye alınıp kabul edilmişti söz konusu dergi tarafından! İyi espriydi aslında; aşırı şişirilmiş bir balona tam zamanında batırılmış bir toplu iğneydi. Gelgelelim, savaş davullarının sesi belki biraz fazla yükseliyordu karşı cephede. Gerçeği aramaya angajman sona ererse herşeyin çökeceği, dolayısıyla post-modernist taarruz kaarşısında pozitif bilimlerin muazzam bir tehditle yüzyüze bulunduğu öne sürülmekteydi.

 

Stephen Jay Gould işte böyle bir ortamda kürsüye gelmiş ve çok değişik bir konuşma yapmıştı, büyük bir amfideki o plenum oturumunda. Post-modernizmin arzettiği tehlikeyi abartmayın, demeye getirmişti. Siz bilimsel faaliyeti ne zannediyorsunuz? (Ben ekleyip genişletiyorum: Sürekli dahiyane uçuşlar, hamamdan Eureka! diye bağırarak fırlamalar (Arşimet), yere düşen elmalardan ânında ilham alarak (Newton), ya da koltuğunda otururken kurguladığın zihinsel deneylerle (Einstein) ulaşılan teoremler mi?) Bilimsel faaliyetin (doğa bilimlerinden bahsediyordu, ama sosyal bilimler için de aynen geçerlidir) yüzde 70’i son derece sıkıcı, kuru, pedantik işlerden oluşur: bir deneyin dizayn edilmesi, ekipmanın kontrolü, saatlerce süren santrfüjler, temizlemeler, toz almalar, mikroskopun altına konacak doku kesitlerinin hazırlanması (herhalde tarihçilikte bunlara kılı kırk yaran belge okuma ve transkripsiyonları denk düşer). Ne sanıyorsunuz — doğruyu bulmak veya gerçeğe varmak (en azından, görece daha fazla ve daha fazla yaklaşmak) dışında herhangi bir amaçla; bunların hepsi sübjektif masallardan ibarettir diyen bir meslek ahlâkının (daha doğrusu, ahlâk dışılığının) “hiç farketmez”ciliği çerçevesinde, katlanılır mı bu zahmete?

 

O gün, bu kadar basit, rahat, lakonik bir argümanla tavsiye etmişti Gould, o kadar feveran etmeyip olaya biraz daha geniş bakmamızı (ki bana sorarsanız bu, post-modernizmin pozitivizme, ampirisizme ve düz çizgiselliğe getirdiği eleştirilerden de yararlanmaya açık olmak demekti).  Belki hepsinden önemlisi, lâfa nasıl başladığıydı. İnsan kafası “ya biri ya diğeri” ikilemlerine çok yatkındır, demişti yanılmıyorsam (“the human mind has a propensity to dichotomize” mı demişti, ya da “is inclined to dichotomize” mı; ona benzer bir şey. Ardından, tarihte böyle yanlış ikilemlerle çok zaman ve enerji kaybedildiğini vurgulamıştı.

 

Ne kadarı onun söyledikleri, ne kadarı benim kendi açımlama ve eklentilerim; yirmi yıl sonra çok emin değilim doğrusu. Ama sonuçta, bende kalan algı ve tortu bu işte. Bu dersi çıkarmış, içselleştirmişim. Belki içimden, keşke bunları 1960’larda duyup anlasaydım diye de geçirmişimdir; kimbilir. Bugün de, “millî ve yerli” ile “evrensel arasında; 9 Temmuz ile 15 Temmuz arasında; Maltepe ile Şehitler Köprüsü arasında, gene bu dersi hatırlıyorum.

 

*          *          *

 

İyi de, 1-0 veya ak-kara metafiziklerini — ve dolayısıyla “iki Türkiye” arasında yaşadığımız siyasal kutuplaşmayı — aşmayı özlemek başka; nasıl aşılabileceğini bulmak gene başka. Sırf istemekle ya da iyi niyetle olmuyor bu işler. 1970’lerin sonlarında Ankara SBF’de bir arkadaşım vardı, erken yaşta rahmetli olan. Bazen büyük bir ciddiyetle “bak ne diyeceğim” derdi. Beklerdim; evet? “Biz birbirimizi sevmiyoruz, her şey bundan oluyor.” Bana bir tür ucuz Erich Fromm felsefesi gibi gelirdi. Böyle ne idüğü belirsiz tavsiyeler (ya da zıddında, öfkeyle bağırıp çağırmak ve ötekini ezmeye çalışmak) yerine, ciddî emek lâzım, düşünmek lâzım, spesifik dikotomileri sabırla eleştirmek ve “taraf”ları durdukları “uç”lardan merkeze cezbedebilecek kazan-kazan ara zeminleri oluşturmak lâzım. Ülkenin, toplumun, düşünce hayatının hangi üç beş temel noktada alt-konsensüslere muhtaç olduğunu saptamak ve bu konularda taş üstüne taş koyan bir ikna çabasına girmek lâzım.

 

Bence bunlardan biri 15 Temmuz’un kendisi; dolayısıyla bir diğeri de ister istemez Fethullahçılık ve Fethullahçılar konusu. Bugün (18 Temmuz Salı günü) Serbestiyet’te Vahap Coşkun’un bana göre biraz fazla iyimser bir yazısı var bu açıdan (15 Temmuz’un ardından (1)). Neden fazla iyimser diyorum? Çünkü hem 15 Temmuz darbesini, hem FETÖ’yü artık bütün toplumun üzerinde anlaştığı konular gibi sunuyor.

 

Ben pek o kanıda değilim maalesef. Kamuoyu baskısıyla ve siyasî imkânsızlıklar karşısında oluşan konformizm görüntülerini, gerçekten içselleştirilmiş bir kavrayış ve samimî bir kabullenme ile birbirine karıştırmamakta yarar var. İlki gerekli, ama yeterli değil. Ya da politik açıdan gerekli, ama entellektüel açıdan yeterli değil. Şahsen etrafa baktığımda, faraza bir kısım sol aydınlarda veya CHP’nin üst düzey kadrolarında, “elbette karşıyız”ı görüyor ve duyuyorum da, kendi insiyatifleri ve sözcükleriyle, tam olarak ne olduğuna dair özerk bir anlatıyı, kendi bağımsız darbe ve FETÖ tahlillerini bulamıyorum. Dahası, henüz çok yakın geçmişteki “kontrollü darbe” söylemi, sanki bu noktaya da hayli sıkıntılı bir şekilde ve içlerine sindirmeksizin geldiklerini yansıtıyor. Ne zaman inanırım? Ne zaman ki Kılıçdaroğlu ve/ya diğer önemli CHP sözcüleri çıkıp, kendi insiyatifleriyle, sırf kendilerinin yer aldığı platformlarda ve özellikle dış dünyaya, ciddi bir darbe ve ciddi bir FETÖ analizi sunarlar; o zaman ikna olabilirim, artık gerçekten iyi bir yerde durduklarına.

 

Gelelim AK Parti’ye. Orada da, bir samimiyet sorunu değilse bile bir düşünme, ifade ve iletişim sorunu olduğu kanısındayım. Gelin, şöyle bir deney yapalım hep birlikte. Temsilî bir grup oluşturalım, AKP’li bakanlar, milletvekilleri, hattâ diplomatlar, hükümet yanlısı genel yayın yönetmenleri ve en ateşli köşe yazarlarından. Birer yazı veya konuşma hazırlamalarını isteyelim, 15 Temmuz’u tane tane anlatan, açıklayan. Ama, diyelim, ama… Bir şartımız var. 15-20 ibareden oluşan bir liste hazırlayıp verelim ellerine: “FETÖ’cüler, hainler, alçaklar, namussuzlar, asker kılığındaki çeteler, milletin parasıyla alınan silâhları millete doğrultanlar, Pennsylvania’daki elebaşı, yabancı istihbarat servisleri vb” ve karşılarında “kahraman halkımız, şanlı direnişimiz, sokaklara dökülenler, şehitlerimiz, 15 Temmuz destanımız.” Çoğaltabiliriz bu klişe örneklerini. Bir frekans analizi yapılsın; iddia ediyorum ki şu anda yazılıp çizilenler çok büyük ölçüde bu basmakalıplıkların tekrarından oluşuyor. Biz kendi deneklerimize diyelim ki: Bu ve benzeri sözcükler, terimler, tamlamalar yasak. Oturun, düşünün, esaslı bir sıfat ayıklaması yapın, değişik ve taze ifadeler bulun. Daha geniş bir sözcük hazinesiyle, daha ikna edici (sadece bizi değil, dünyayı ikna edici) bir 15 Temmuz anlatımı tutturun Kolaydır, doğru-yanlış, çoktan seçmeli veya boşluk doldurmaca tarzı test sınavlarını geçmek. Ya böyle (her bir yıpranmış sözcük için diyelim 5 puan kırılan) sıkı bir kompozisyon sınavını kaçının geçeceğini zannediyorsunuz?

 

Yok. Böyle ağırbaşlı “güncel tarih” örnekleri ortaya çıkmamışsa; 2013 yaz başından sonraki birkaç ay içinde hemen (ne kadar uyduruk ve partizanca olursa olsun, birkaç yüksek lisans tezi dahil) kalabalık bir Gezi literatürünün türemesine karşılık, bir yıl sonra bugün, mukayese edilemiyecek derecede daha vahim ve dramatik bir tarihsel dönüm noktası (resmî yıldönümü yayınları dışında) akademiden ve sair sivil toplumdan fışkıran incelemelere konu olmamışsa… ne derseniz deyin; sathın altında mutlaka vardır hâlâ anlaşılmayan ve üzerinde anlaşılmayan sorunlar. Kendi payıma, son haftalarda çok düşünüyorum, öncelikle akla hitap eden, analitik, soğukkanlı — ve bu özellikleri sayesinde birleştirici bir 15 Temmuz anlatımının nasıl yazılabileceğini. İçerde ve dışarda, insanların kafası hangi noktalara takılıyor? Önümüzdeki günlerde, bu yaklaşımı “100 soruda” değilse bile (şimdiden tam kestiremesem de) yedi sekiz temel soruda somutlamaya çalışacağım.

- Advertisment -