İmar şart

99 depremi milat oldu gerçekten de ama umulduğu gibi akıllanıp daha sağlam ve iyi binalar yapmanın değil de, bir tür yapılı çevre ve imar düşmanlığının. Oysa imar, Süleyman Demirel’in ünlü deyişi “Mamur ve müreffeh Türkiye”deki “mamur”un türediği sözcük. Yani yapılmış, inşa edilmişin. Dolayısıyla “İnşa edilmiş ve refah içindeki Türkiye” demek istiyordu zamanın başbakanı, sözcük seçimi ve ses uyumu kendi tercihidir ama doğru bir denklemdi ve İstanbul’da inşaat çılgınlığının başladığı döneme denk gelmesi manidardı. Sezmişti belki de inşaat mühendisi de olan kurt politikacı bunun sonunun inşaat düşmanlığına kadar varacağını; imar olmadan refah olamayacağını hatırlatıyordu.

Kimin lafıydı hatırlamıyorum ama “Plan mı, pilav mı?”nın o zamandan kalma olması da manidardı… Karın doyurmayla geleceği sistematik biçimde düşünmenin birarada olamayacağına işaret ederken kent planlaması da nasiplenmiş oluyordu bu kıskaçtan. Aceleyle inşaatları yapıp hızla karınları mı doyuralım? Yoksa daha derli-toplu, havalı-sulu mutfaklarla daha güzel yemek odalarımızı kurmak üzere, hatta bunun için, imkânları seferber etmenin yolunu aradıktan sonra mükellef bir sofraya kurulma imkânlarını mı arayalım? Her neyse olan oldu, o sırada dolapta ne varsa tıkıştırıp doyduk ve mide fesadı olup sonunda da yemeğe düşman olmak gibi saçmalama eşiğine gidip dayandık.Tabii böyle bir yapılı çevreyle daha saçma ilişkinin bir de onunla huzur içinde yaşayıp, benimsemek olacağını da hatırda tutmak gerekir. Oysa yemeksiz yaşanamayacağı gibi imarsız da yaşanamıyor. İnsanlar tarım ve hayvancılık yapmayı öğrenir öğrenmez ilk iş şehirler de kurmaya başlamış, sadece korunak amaçlı evler de değilmiş neolitiğin yerleşmeleri, uzun vadenin, dolayısıyla planlamanın ilk işareti depolarla, vicdanın mekanı tapınakları da yapmışlar. Hatta bazan depo ve tapınak aynı yer de olmuş, evler, sokaklar, ortak alanlar en baştan beri var. Önce karınlar doysun, güvenlik olsun, sonrasına bakarız denmemiş, hepsi aynı anda ihtiyaç olmuş; barınma, yemek, gelecek, vicdan, sırası yok hepsi beraber istenmiş, istendikçe yapılmış, yaptıkça istenmiş. Demek ki istemekle yapmak ayrışamıyor birbirinden. Yani arzu (istek) ile yapmaktan gelen yapı, her şey bir yerde yapılıyor ki, o yer de zaten eğer doğanın tanımlı bir köşe-bucağı değilse, insanın yaptığı şehir oluyor. Evet önce binamı yapayım, şehir sonra dememiş, binasını şehirle beraber yapmış. Yapılı çevresiz yapamayız, sadece ıslanmamak, üşümemek, yanmamak için değil, yönümüzü şaşırırız, hafızasız, hatırasız kalırız, insan olamayız. 19.yüzyılda Victor Hugo ”Kağıt taşı yendi” demiş. Hristiyan Avrupa şehirlerinde kollektif bellek olma rekabetini katedrale karşı zamanın yeniliği gazete kazandı demek istemiş, onlarca-yüzlerce-binlerce kişi-sınıf-kuşağın ortaklaşa yapıp algıladığı o şehirle ilgili hatıralarında atıf yaptığı kentin en iri yapısının yerini her sabah ellerimize aynı manşeti ve haberleri tutuşturup ortaklaştıran basılı kâğıt almış. Katedraller hâlâ duruyor, gazeteler de çıkmaya devam. Hep aynı kapı, öncelik yok. Hepsi birarada oluyor; depo, harabe halindeki tapınak, ev, katedral, gazete ve de biraraya gelince kent oluyorlar. Sadece binalar değil, arzular, anılar, eğlence ve oyalanmalar, sırası yok, mamur ve müreffeh birlikte olunuyor sırayla değil. O nedenle sokak, mahalle, duvar, kaldırım maddi ihtiyaç değil, maneviyatın ta kendisi pejoratif (olumsuz) vurguyla, “betonlaşma” deyip, yapmayı kolaylaştıran betonu hasım belleyemeyiz.

Kent insan elinden çıkma en büyük ve en kollektif ürün. O yüzden yapılmaya başlanışına tanık olmak da olanaksız. İstanbul’un ilk binası (en eski değil) ya da ilk yapı taşı? Hangisiydi? “İlk rüyam neydi?”den bile daha metafizik bir soru, böyle metafizik darboğazlarda sıkışınca neolitiğe kaçmak yerine (ne de olsa o da işaretleri sökülerek yeniden-üretilen bir tahayyülden ötesi değil) kentin nasıl yapıldığını anlamanın iyi ve de mümkün bir yolu var. Kentlerin değişimini izlemek. Çünkü nasıl yapıldılarsa öyle de değişiyorlar ki, kentlerin en vazgeçilmez özellikleri de zaten değişmek. Çünkü, bu kadar büyük ve kollektif bir ürünü olduğu gibi tutmak istesek de mümkün değil, yüzlerce, binlerce aktörün hamleleriyle yavaş yavaş değişiyor. Değişimin durması hayatın da durması olurdu. İnsanlar eylemlilikleriyle yaşadıkça yapıyor, yaptıkça değiştirmiş de oluyor. Tıpkı insanın yaşlanması gibi; nefes alıp hareket ettikçe yaşlanırız. Derimizin neresinin ilk, neresinin sonra kırıştığının hesabı tutulamadığı gibi kentsel değişimin de öyle.

Yine de hafızayı zorlayıp bu metafiziğe dalıp bazı izleri sürebiliriz. Ben de öyle yapacağım. Hem gençler masal gibi anı dinlemeyi ve canlandırmayı sevdiklerini söylüyorlar, onlara da eğlence olur. Genç bir mesai arkadaşım geçen hafta Zorlu vakasını anlatırken uzun uzun değindiğim 17.Bölge Ofisi’nin tüm çocukluk anılarını uyandırdığını söyleyince çok hoşuma gitti. Okuyanlar bilir, ben de zaten bakalım o siyah bina hatıraya dönüştüğünde nasıl bir şey olacak sorusunun yanıtını aramıştım.

41_102 Bu sefer de İstanbul’un merkezinin kaymasının uzun vadeli hikâyesini, sonunda son duraklarından birine odaklanarak anlatmaya çalışayım… Modern-öncesi İstanbul malum Tarihi Yarımada’da idi. 19.yüzyılda önce ticari ve mali faaliyetlerin Galata ve Pera’ya sonra da siyasi faaliyetlerin Yıldız, Dolmabahçe ve sahil saraylarıyla birlikte Beyoğlu yakasına taşınmasıyla İstanbul, Beyoğlu yakası haline geldi. Modern yaşantıya yatkın kesimler iskan için zaten Beyoğlu yakasını seçmişlerdi. Kalanların da taşınması yeni iskana açılan yerlerle birlikte 20.yüzyıl ortalarına kadar tamamlanmıştı. Dolayısıyla toplam yüz yıl içinde bu büyük göç tamamlandı ve  Beyoğlu,Tarihi Yarımada ve Kadıköy yakaları arasındaki merkezi coğrafi konumuyla uyumlu bir sosyal ağırlığa da yerleşmiş oldu. Ama bu tabii ki kentin değişiminin durduğu anlamına gelmedi ve ticaret ve iş merkezi MİA (merkezi iş alanı) bu kez de Beyoğlu yakası içinde yer değiştirmeye başladı ve bu hareketlilik o gün-bu gündür düzenli olarak, kuzeye doğru kaymaya devam ediyor. O zaman baştan başlayıp devam edelim ve odaklanmayı istediğim Nispetiye Caddesini de göz önünde tutarak ilerleyelim. Evet öncelikle Bankalar Caddesi ile Galata, dış limanlarla bağlantılı mali ve ticari işlerin merkezi. Yüksek Kaldırım ve Şişhane üzerinden Galata’ya sirayet ediyor ve yabancı elçiliklerle, sinema, tiyatro, vs, modern eğlence mekanlarının yer seçimleriyle de birleşince Pera’nın tünelin yukarıdaki istasyonuyla başlayan ekseni Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi), yeni iş ve ticaret ekseni haline gelmiş. Çocukluğumun 1960’larında hâlâ öyleydi. Sadece İstanbul’un değil,Türkiye’nin başka herhangi bir yerinde bulunamayacak oyuncak kolleksiyonuyla dolu Japon mağazasının vitrinine yapışmış biz çocukları, annelerimizin nasıl zorla söküp aldıkları hâlâ gözümün önünde ve de Tünel’e doğru yoğunlaşıp sonra aşağı sarkan beyaz, kahverengi eşya vitrinleri, beyaz eşya henüz evlerde değil vitrinlerde, üstelik onlar da buzdolabından ibaret. Diğeri de radyo, teyp ve pikap. Buzdolabı o kadar müstesna ki, etrafımda sadece bir tane var. Onun da kapağı eskimesin diye düşünülerek açılıyor. Çamaşır, bulaşığın zaten makinayla alakası yok, haydi bir de elektrikli süpürge, mutfak dediğimiz hâlâ tel-dolap. Caddenin gerisi başta Vakko, annelerin tükenmez ilgisiyle alışveriş gezintimizi cehenneme ceviren, kumaş, giysi vitrin ve tezgâhları ile, ve renk-renk iplikleri, irili-ufaklı düğmeleri, şapkalarıyla oyalanması zevkli pasajlar… 60’ların sonu, Teşvikiye ve Şişli yeni sinemalarıyla alışverişi de çekecekler. Sonra Cumhuriyet Bulvarı ışıklanıp canlanarak uzayıp İstiklal ile Teşvikiye, Şişli’yi birleştirmekle kalmayıp kendisi hayal taciri seyahat acentaları neonları, gece ve gündüz kulüpleri, lokanta, kahveleriyle iyiden-iyiye uzamış yeni bir İstiklal’e dönüşürken Beyoğlu yakasının kaderine damga vuracak farklı yerlerdeki 50’lerden kalma iki hamle etkisini yavaş yavaş bırakmaya başlıyor. Barbaros Bulvarı ve Levent mahallesi; Beşiktaş iskelesinden halat misali sicim gibi kalınca bir bulvar hattı tavizsizce Yıldız’ı teğet geçip, Kuzey tepelerine tırmanıp, Zincirlikuyu mezarlığında Levent mahallesine kavuşuyor. Kavuştuğu tepedeki boşluk geçen haftanın konusu 17.Bölge’nin ve Zorlu kadar ilk köprünün de Beyoğlu yakasıyla buluşma kavşağı olacak. Ama o kadar da değil; Galata’dan kaptırıp, İstiklal ve Cumhuriyet’ten Şişli’ye sıçramış merkez hattının ilk çevre yoluyla buluştuğu Mecidiyeköy de hareketlenmiş yavaş yavaş. Yine de Şişli’de bitiyor İstanbul. 65’ti galiba, Sami Yen’de 6-0’lık Çekoslovakya maçı çıkışı, şimdiki Arena’dan farkı yok, şehir dışına bırakıverilmiş hissiyle insanlar aheste yürüyerek şehrin kapısı (başladığı yer) gibi gelen Şişli; Camii’nin ötesindeki şehre Cumhuriyet Bulvarı’na atıyor kapağı. Bir macera bu… İstanbul’a ilk yürüyerek girişim, sonraki gidişte yürüdüğüm yolun usul usul kentleşmesine tanık oluyorum, kentin bitip başlama eşiği de histen ibaret değil realiteydi. Camiinin karşısında şimdi Cevahir AVM’nin durduğu koskoca alan Beyoğlu yakası belediye otobüs ve troleybüslerinin geceyi geçirdikleri park yeri; yanıbaşına yeni yapılmış dev gibi Hukukçular Sitesi, mimarları Haluk Baysal&Melih Birsel ve mucidi Le Corbusier ile birlikte mimari adının da Unite d’Habitation olduğunun öğrenileceği bir okula girmeme daha on yıla yakın var. Sonra o aranın Mecidiyeköy’e kadar apartmanımsı ofislerle dolup, kenti ötelemesi gelecek, şirket ofisleri daha önce başladıkları gibi Karaköy’den Tophane-Dolmabahçe eksenine dizilerek yayılmayıp, yukarı Şişli-Mecidiyeköy hattına diziliyor. Hatta onunla da kalmayıp aşağıdan Beşiktaş’tan yukarı çıkıp, Zincirlikuyu kavşağını yapan düzlüğe kadar da uzanıyorlar. Özet: Tünel-Taksim-Şişli-Mecidiyeköy-Zincirlikuyu… Beyoğlu yakası akslar çemberini kapatan bir de ikincil hat: Karaköy-Tophane-Dolmabahçe-Beşiktaş-Zincirlikuyu hep Doğuya gidince de Batı’ya varılıyor, Batı’ya gidince de. Her yol Zincirlikuyu’ya çıktı. 10 yıl sonra köprüyle Kadıköy yakasının yolu da oraya çıkacak. Zaten o nedenle o kadar uzun Zorlu ve 17.Bölge konuşmak gerekti, her yol Roma gibi oraya çıktığı için. Ama sonu yok değişmeye devam edecek şehir; tam orada ikiye ayrıldı yol, Barbaros hattının devamı Büyükdere Bulvarı oldu. Sağa, Boğaz hattına paralel sapınca da gece inen kurtların yerine yapılmış Levent mahallesine teğet geçip devam ediyor yol. 03  04_0506_0708_09İşte solda yeni iskan alanı Akatlar ile odaklanacağımız Nispetiye Caddesi  başladı bile. Karşısında yani sağımızda şehrin imarlı, mamur yerlerinde pulolamayacak dev bir toprak boşluk var. Sonra yolu iki kenarından marke edecek o evlerle Nispetiye’nin son etabı başlıyor, Etibank Yapı Kooperatifi’nin evleri. Onların ötesine Etiler denme nedeni de oymuş meğer. O iri boşluğun arkasına daha henüz Ulus denmiyor, henüz adı bile yok. Sonraki etapta Beyoğlu yakasını boşaltarak en muteber burjuva semti olacak bu yamaçlardaki manzara imkânını Turgut Özal’ın yeni orta-sınıflarının isimsiz prensleri keşfedecek.  26 Boğaz manzaralı yamacın berisinde, Nispetiye’nin kıyısındaki, büyük, boş toprak boşluğa da üzerindeki ofis ve rezidans kulelerini taşıyan yayvan AVM tablasıyla sonraki tesislerin rol modeli olacak Akmerkez’in yapılacağı da bilinmiyor tabii. Meğer yakın geleceğin  burjuva hayatı, tıpkı  en başta Galata ve Pera’da şekillendiği gibi bu sefer de Boğaz’ın Ortaköy-Arnavutköy aralığındaki bu yamacıyla ardındaki istimlak, savaş, deprem, yangın gibi doğal ve/ya sosyal afet artığı görünümlü iri, boş düzlükte cereyan edecekmiş. Ama Galata-Pera’dan farklı olarak, sahilde rekreasyon, yamaçta iskan, tepesinde de iş ve ticaret. Ne de olsa aşağısı kadim liman Haliç’in başı değil, eski eğlence ve boş zaman mekânı Boğaz’ın orta yeri. Yamacı seyrek, tenha ve özel. Tepedeki düzlük de işi, ticareti, alışverişiyle sıkışacak kamu hayatına yatkın. Daha yeni şekillenmiş, taze Akatlar mahallesinin Nispetiye’ye bakan ön yüzünü orta yerde bırakıvermişti bu adeta kent dışından ithal boşluk, meğer 80’lerin neo-liberal politikaları ertesindeki yatırımcısını bekliyormuş. Herhangi bir artık değilmiş de, değerlenecek  kapasiteymiş: Öncesi değil, sonrası, hafızası değil, istikbali varmış. Boşluğa aldırmayıp evlerin arasındaki Nispetiye’den devam edersek, sağlı sollu müstakil evleriyle Nispetiye’nin sükûnet içindeki son etabı başlayacak. Zaten o yol Bebek’ten çıkan dimdik yolla kesişip, Etiler çarşısı da olan Etiler son durağa kadar öyle devam edecek. Tam orada, sağ kolda hâlâ ayakta  bir röper, İş Bankası. Son durağın deniz tarafı Londra’nın mahalle parkı Square’lerini aratmayan bir lüks, belli belirsiz hafif bir tepe üzerinde çamlar,”Çamlık” deniyor o nedenle. Ama artık anlamsız, çünkü bir site duruyor çamların yerinde. İstisnaya tahammül edilememiş belli ki, “Neden sadece oranın bir mahalle parkı olsun başka  yerde yokken?” refleksi ağır basmış. 24_25 70’lerin tatil günlerinde Çamlık’tan çıkıp, Nispetiye’den Akatlar’a doğru yürüyoruz. Akatlar’ın köşesindeki Çarşı durağında daha koca caddenin yegane işyeri olarak yeni açılmış Bahar pastanesinden kendimize ders çalışma mükâfatı, temiz hava, pasta, vs. alıp dönüyoruz. Çamlık’ın Yılmaz Sanlı imzalı şık ikiz apartmanı; zamana damgalarını vurmuş mimarlar, Aydın Boysan, Hayati Tabanlıoğlu, Yılmaz Sanlı, Şaziment&Neşet Arolat’ı toplamış. Öte yandan da sonraki kuşağı domine edecek, Burak Boysan, Murat Tabanlıoğlu, Suzan Sanlı ve Emre Arolat yetişiyor aynı çatı altında. Etiler son durağındaki dükkânlardan hâlâ duran ve büyüyerek Amerika’daki sağlık dükkânları boyutlarına ulaşan Altuğ eczanesi, Nispetiye’nin Akmerkez sonrası kaderinin habercisi adeta, sınırsız büyüme ve değişme… Bu arada Bahar’ın karşısına bir de rakip gelmişti bile: Venüs Pastanesi. 17_18 19_20 21_22 23 Birkaç onyıl içinde nice fırtınaların kopacağı koca caddede karşılıklı iki pastane, sonunda da İş Bankası ve otobüs durağı, bir de büfe. Tabii ki üzerinde mahalle ve sınıf maçları da yapılan o devasa toprak boşluğa, 90’ların ortasında; sonrasının paradigmatik programıyla Akmerkez’in yapılmasıyla kaderi bir kez daha dönecek Nispetiye’nin. 50’ler sonunda Levent mahallesi yapılırken “kurtların indiği” tevatürü dışında haberimiz bile olmayan bu gözlerden ırak semtin ve caddenin kaderi. Levent’teki bahçeli evlerin başına 80’lerle birlikte gelmeye başlayan şey; çok geçmeden bu caddenin iki yanındakilere de sirayet etmeye başladı. Cepheleri ve çatılarıyla da geometrik bir bütün halinde yeniden şekil verilecek nesneler olarak görülüp, sırayla tanınmayacak halde, yeni işyerlerine dönüştüler. Önce bankalar ve lokantalar, mobilyadan dondurmaya her şey, hatta bar ve kulüpler. Öyle ki, biz o bahçeli evlerin arasındaki tenha caddenin sonlarındaki pastanelere aheste gidip-gelirken doğmuş yeni burjuva kuşağı o günlerden 10-15 yıl sonra bu kulüp ve barlarda bağımsızlıklarını kazanıp yetişkinliğe adım attılar. Artık o derin gölgeli balkon/teraslarıyla kolonyal çağrışımlı müstakil evlerden geriye kalan yegane iz emlakçılardaki “işyerine uygun terası kolonlu kiralık ev” ilanlarıydı. İşyeri yapılmak üzere sırayla kırılıp-dökülmüş mimari özellikler sonraki  işyerlerinin kirasını yükseltecek özelliğin tasvirine dönüşmüş olarak piyasa değeri karşılığıyla geri dönüyordu. Ama iş, banka/şirket, bar/kulüple de bitmedi. Akmerkez adeta bardaktan-boşalıp dışarı taştı. Ve Abdi İpekçi ile aynı sırada bir de burada ikizi oluştu. Nispetiye’nin farkı, apartmanların değil, iki katlı ev ölçeğinin arasında olmaktı… Değişmeye devam… İş ve ticaret merkezinin Beyoğlu yakasının ana arterlerine teğet; esasen içe dönük iskan semtleri olan Levent-Etiler’e sıkışıp kalmasının da bir sonu olacaktı elbet. 10_1112_13 14161727283233 Büyükdere Bulvarı kenarına Levent’ten önce şehir dışı diye sanayinin yerleştirildiği dev parselleri, kentin bu kadar içinde ve iş merkezinin bu kadar yakınında üretime devam edemezlerdi, önce Metro-city, ardından Kanyon, arada rezidans olmakla yetinecek Levent-Loft’lar, en uzunları Saphir ve aktüel konu Zorlu-Center, teker teker küresel sermayeye daha donanımlı entegre olmaya çalışan yerli sermayenin aradığı sermaye yoğunlaştırma fırsatı olarak mixed-use(karma-program:AVM+ofis+ev)’larıyla Levent’in karşısına yerleşip dizildiler. Yeni entegre raylı sistem, birkaç onyıl öncesinin kenar bölgesini ulaşılır kılıp her yere yaklaştırmıştı zaten. Şişli ve Beşiktaş eşiklerinden başlayan kentin berisinin itme gücünün yanı sıra, 00’da bu dalgayı başlatan bir diğer unsur da ikinci köprünün yapımıyla Beyoğlu yakasının, dolayısıyla İstanbul’un, en gözde kavşağına dönüşüp Büyükdere Bulvarı’nın orta yerine yerleşen kentin ötesi yeni ofis stoğu yani down-town’ı Maslak’ın çekim gücüydü. Sonunda Zorlu’nun lanetlenmesiyle İstanbul’un alışkanlık ve ortalamasının üstündeki yükseklik standardıyla tepki çekip, modern imar tarihindeki problemlerin günah keçisine dönüştürülen bu hat, belki Zorlu-Center’la artık işin tadını iyice kaçırmıştı ama, işin aslına bakılırsa bu uzun modernleşme hikayesinin başlangıcı Bankalar Caddesi, zamanın Londra’sındaki muadili Bank of England’ın çevresine ne kadar benziyorsa burası da günümüz Londra’sındaki karşılığı Canary Wharf’a o kadar benziyordu. Ne daha fazla ne de az. Bu paralellikler yine de küresel sermaye akışlarının küresel kentlerdeki sonuçlarının birer kader olduğuna değil, her kentte farklı yeniden-üretim koşul ve pratiklerince belirlenmiş özgüllüklere karşılık gelir. (1) Dolayısıyla mesela hizmet sektörü ve kültür endüstrisi küresel ölçekte genişleyip yayılırken her yer bunlardan nasıl kendine özgü şartlar, iradeler ve sınıfsal bloklaşmalarla sebeplenerek nasipleniyorsa bu ve benzeri kentsel görünüm ve sonuçlar da benzeri özgüllüklerle kendini gösteriyordur. Yani ne imar süreci tanımı gereği günaha davet çıkaran lanetli bir pratiktir, ne de sınıflarıyla birlikte Türkiye toplumunun özü itibariyle imar süreciyle başka herkesten farklı, problemli bir ilişkisi vardır. Türkiye’nin en özenli mimarlık dergisi “Çevre”yi çıkaran Selçuk Batur’un anısı için herkesin dünya literatüründen kendi seçtiği metnin çevirisiyle katıldığı derlemeye hocam Gerhard Fehl’in “Stadtumbau muβ sein” makalesini vermiştim. (2) Evet Almanca’daki en kesin zorunluluk vurgusu taşıyan “müssen” fiilinin keskinliğiyle gözümü kırpmadan söylüyorum ki Türkiye’de de “imar şarttır.” Ve de imar süreci burada da  bir kader gibi değil, istenirse pekala irade eşliğindeki bir şuurla da yaşanabilir… 28_2930_31 Son olarak muhtemel bir yanlış anlamaya mahal vermeden hemen uyarmalıyım ki başından beri anlattığım kayma hikâyesi İstanbul’un zamanın sermaye akışı dünyasına uyum sağlamasında aracı ve öncü olan başat iş ve ticaret bölgeleriyle gündelik hayatı onu yakından takip ederek sürdürebilecek ayrıcalığa sahip sınıfların hikâyesidir. Yoksa bütün yüzyılı zamanın ölçüleri içinde de hep devasa kalabalık ve kozmopolit bir metropol olarak yaşamış İstanbul’un burada hikâyeleştirerek sınırlarını çizdiğim merkezi bölgelerinin hiçbiri o zamanın nüfusunun tamamının merkez ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitede olmamıştır. Sınıfsal statüsü ve yaşama biçimi o günün dünyasına en çabuk uyum sağlamaya yatkın olanlar yaşamlarını burada sırayla anlatılan yerlere daha çok temas ederek geçirmiş, diğer sınıf ve tabakalar ise ihtiyaçlarını bulundukları iskan bölgesine yakın alt-merkezlerde karşılayarak ve oralarda vakit geçirerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Örnek olmak üzere günümüzün alt-merkezler haritasını vermekle yetineceğim. Kırmızı taranmış bölgeler bugünün başat merkezi Levent-Maslak’a paralel alt-merkezler olarak çalışan bölgeleri, mavi taralı alanlar ise burjuva sınıflarının yeni iskan bölgelerini göstermektedir. Kural olmamasına rağmen burjuva sınıflarının bir dönemin hengamesinden kurtulmak üzere kaçtıkları yeni iskan bölgelerinin kentin sonraki döneminde yayılma eğilimi göstereceği yerler hakkında ipuçları verdiğini söylemekle yetinecek ve baştan beri anlattığım her dönemin hikâyesi anlatılmamış benzer alt-merkezler haritası olduğunu hatırlatarak bitireceğim. Kısacası bu sınıfsal bir hikâyeydi ve nasıl herkesin bugün yaşamlarını geçirdiği yerlerin çoğu bu hikâyenin parçası olmamışsa geçmişin hatıralarının çoğunu da canlandırmayacaktır. 44 

Dipnotlar___________________________________________________________

                                                                                                                                              

(1) Nitekim Levent-Maslakmerkezi ve/ya yerel yönetimin bir projesiyle değil, kuşkusuz teşvikleriyle, parça parça oluşmuş bir kent parçasıyken eski kent merkezlerine görece yakınlığıyla da Maslak’ın muadili Canary Wharf, merkezi yönetimin liman bölgesini bir projeyle küresel sermayeye açması sonucunda ortaya çıkmıştır.

(2) Selçuk Batur için Mimarlık Yazıları, Mimarlar Odası yay., 2005; s.(53-68). Bu Almanca başlığı “Kentlerin yeniden İnşası Kaçınılmazdır” diye çevirmiştik,Türkçe’de dillerin yapı farklılığı nedeniyle en güçlü şekilde zorunluluk belirten muβ:”(meli/malı) eki, Türkçe, Almanca’daki gibi, eşliğindeki fiilden ayrı kullanmak mümün olmadığından “sein” (olmak) fiiline takı olarak eklendiğinde cümlenin sözcük-sözcüğe karşılığı “şehrin yeniden-inşası olmalıdır!”sa da; bu haliyle anlamsızlaştığından kaçınılmazlık sözcüğüyle anlamı karşılanıp “Şehrin Yeniden-İnşası Kaçınılmazdır” diye çevrilmiştir. Çünkü “yeniden-inşa”((Umbau) ile, çok sayıda aktör ve aşamanın ardarda gelmesinden oluşan bir süreç kastedildiğinden sonuç olarak, burada söylemeyi tercih ettiğim şekliyle kestirmeden “İmar şarttır” la aynı kapıya çıkmaktadır.

- Advertisment -