Ana SayfaYazarlarİnsan hakları sorunumuz

İnsan hakları sorunumuz

 

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü vesilesiyle farklı yerlerden yazılanlara bakınca insan haklarına karşı alerji duyan geniş bir kesim olduğu muhakkak.

 

İnsan haklarını, ‘Batılı değerlerin’ sahiplerinin, evrensellik kılıfıyla Batı-dışı toplumları kendi nüfuzları içerisinde tutma ve kontrol etme aracı olarak gören pek çok insan var. Bunu, gizli –ve de kirli- bir gündemin sevimli gösterilmesi olarak anlamak isteyenleri de buna katmak gerekir.

 

Dahası, giderek içine kapanan ve güvenlikçi politikaların etkisine giren devlet bürokrasisi içerisindeki hakim görüşün bu yönde olduğu rahatlıkla söylenebilir (Elif Babül’ün yakın zamanda yayımlanan ‘Bureaucratic Intimacies’ adlı  kitabı bu meseleyi güzel işler).  

 

Özellikle, Avrupa Birliği üyelik sürecinin ivme kazanmasıyla girilen dönemde ‘insan hakları’, devlet içerisinde –en azından resmi söylem olarak- hiç olmadığı kadar önem kazanmış ve iyi yönetimin olmazsa olmaz bir parçası gibi görülür olmuştu.

 

İnsan haklarının en önemli koruyucusu -ve aynı zamanda ihlal edicisi- olan kolluk güçleri görülmemiş yoğunlukta bir insan hakları eğitiminden geçirildi. (EGM bir dönem en fazla insan hakları eğitimi veren kuruluştu mesela). Yeni kitaplar basılıyor, yönetmelikler değiştiriliyor, projeler üretiliyor ve görülmemiş sayılarda eğitici eğitimleri veriliyordu (Bu eğitimlerde genellikle gerçeklikten kopuk, içerikten yoksun, sözleşmelerde yazanların dikte edilerek idealize edilmesinin de epeyce bir tepkisellik doğurduğunu söylemek gerekir).  

 

Tüm bu çabalara karşın, işin içinde hep bir samimiyet eksiği kolaylıkla kendisini hissettiriyordu ama tuhaf bir şekilde Avrupalı uzmanların karşısında Türk tarafı gizli bir anlaşmaya varmış gibi bir uyumla –hiçbir şey yokmuş gibi- hareket ediyor, altta var olan samimiyet ve inanç eksikliğini çeşitli biçimlerde gidermeye ve bu arada da kendi kendisini inandırmaya çalışıyordu (İnsan haklarının en gelişmiş şekliyle İslam’da var olduğu görüşü bu açıdan yabana atılmaması gereken bir katkı sağlamıştır).

 

Ancak, ne yapılırsa yapılsın, merkezde bir biçimde gizlenebilen ya da başka gündemlerin içerisine yedirilerek örtülebilen bu samimiyet ve inanç eksiği, uygulamada o kadar kolay gizlenemiyordu. Merkezden planlanıp projelendirilen insan hakları uygulamaları yerel düzeyde karşılık bulmuyor ve uygulayıcılar zaten ‘işi bilmediği halde’ mekezi tutan meslektaşlarına olan kızgınlıklarını insan hakları alanındaki önerileri ‘mış’ gibi yaparak açığa vuruyorlardı.

 

İnsan haklarına gerçek anlamda inanılmadığı halde üretilen projeler, hem insan haklarına hem de kendi merkezindeki ‘imtiyazlı’ meslektaşlarına inanmayan ve güvenmeyen uygulayıcıların elinde sadece buharlaşmakla kalmıyor, çok acayip bir yeni biçime bürünerek tanınmaz hale gelebiliyordu. (Elif Babül’ün kitabının alt başlığı, ‘Translating Human Rights in Turkey’ biraz böylesi bir kendine uyarlamayı ve tanınmayacak hale gelmeyi anlatır.)

 

Merkezdekilerle yerel düzeydeki uygulayıcılar arasındaki bu çatışmanın en görünür olduğu alanların başında insan hakları geliyordu yani. Buna karşılık merkezdekiler, uygulanamayan proje sonuçlarına karşı –kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yokmuş gibi- ‘insan hakları projelerinin uygulanması’ adıyla yeni projeler geliştirmek gibi çözümler üretebiliyorlardı. (Birşeyi inanmadan yapıyorsanız sonuç alamadığınızda kolaylıkla hiçbir şey yokmuş gibi davranmak da zor olmuyordu belli ki.) Merkezdekiler, uygulatma konusunda fazla ileri gittiklerinde ise uygulayıcıların ‘hani bizim insan haklarımız’ sesleri duyulmaya başlıyordu.

 

Bu, merkez-yerel çatışmasının devletin insan hakları algısına etkisini ayrı bir başlıkta değerlendirmek gerekir. Çünkü, insan hakları bu çatışmanın ana belirleyicileri başlıklarından biridir ve uzunca ele almayı gerektirir. Bunu küçük bir örnekle geçmek gerekirse, garip bir paradoks olarak uygulacılar –mesela polisler- insan haklarına daha duyarlı bir polisliği hayata geçirdiklerinde merkezdekiler karşısındaki konumları zayıflıyor, merkezdekiler de bu sayede yereli istedikleri gibi kontrol etme fırsatı yakalayarak samimiyet açıklarını gidermenin yeni bir yolunu bulmuş oluyorlardı. Yereldekiler, merkezin istek ve taleplerini ne kadar hayata geçirmezlerse o kadar güçleniyorlardı. İnsan hakları, ironik bir biçimde tam da ‘zayıfın silahı’ oluyordu böylelikle. Uygulayıcılar, insan hakları hukukunu uyguladıkça kendi hakları zayıflıyordu.

 

 Şimdi ise yaşadığımız güvenlik krizine bağlı olarak insan hakları açısından bambaşka bir döneme girdiğimiz gözüküyor. Samimiyet eksiği uzun süre mış gibi yaparak sürdürülemediği için bu dönemin, güvenlik sektöründe çalışanlara iyi geldiği muhakkak. AB’nin bizi zaten almak istemeyip oyalamak için insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokratik kurumların yerleşikliği gibi başlıkları ‘kullandığı’ söylemi bu noktada oldukça güçlü bir sığınak. Diğer yandan, devasa ulusal güvenlik sorunları varken –ve bunların en önemli sebepleri olarak Batılı ülkeler görülürken- buralarda vakit kaybetmek karşılıksız bir zaman kaybı ve apaçık ortaya çıkmış düşmanı kuzu postuna sokma çabası demek. İnsan haklarının ‘en gelişmiş şekliyle’ bizim kültürümüzde zaten var olduğu söyleminin de bir süreliğine askıya alınması iyi olsa gerek.   

 

 Görünen o ki bizim insan hakları sorunlarımızdan önce anlamamız gereken bir ‘insan hakları sorunumuz’ var. Önce bunu iyi anlamak ve üstesinden gelmemiz gerekir. İnsan hakları savunucularının, devlet tarafında bariz şekilde ortada olan sorunları keskin bir ‘anti-devletçi’ bir duruş ve söylemle ortadan kaldıramayacaklarını, bu şekilde doğası gereği siyasal olan insan haklarını, karşıtlık ilişkisi içerisinde politize ederek ‘öteki’nin haklarından ibaret hale getireceklerini görmeleri gerekir.

 

İnsan haklarındaki ‘insan’ı ‘aidiyet-dışı’ gören ve dolayısıyla ‘kim ya da ne idüğü belirsiz bir kesimin hakları’ olarak algılamaya yatkın bir bakışı ortadan kaldırmanın yolu belki de ‘evrenselci’ bir dilden ve hukuk fetişizminden geçmiyordur. Belki de bütün meselemiz siyasidir.

 

Ve tam da bu yüzden, Türkiye gibi ülkelerde insan haklarıyla ilgili konuların mutlaka ama mutlaka demokrasi tartışmalarıyla bağlantılı ve ilişkili bir şekilde ele alınması gerekir. Böylelikle, insan hakları meselesi, hukukun ve kötü bürokrasi yönetiminin baskısından kurtarılmalı, gerçek bir tartışma alanına taşınmalıdır. Aksi halde hep bir samimiyet eksiğiyle mış gibi yaparak insan hakları üzerinden birbirimizle çatışmanın ötesine geçmemiz zor gibi gözüküyor.

 

Ve de esas bu mış gibilik durumu böyle sürdüğü müddetçe ‘Batılı değerler’ belirleyici olma gücünü arttırarak sürdürecek gibi gözüküyor.

 

 

 

 

 

      

- Advertisment -