“Esad'ın İblid'de yaptığı iğrençliği görünce, insanlığın iktidar tutkusundan bir kere daha tiksindim. Büyük çatışmaların, savaşların arkasında parayla ölçülebilir büyük çıkarlar olduğu doğru. Fakat o çatışmalarda fiili, siyasi rol üstlenen, hayati kararlar veren aktörlerin yaptıkları parayla pulla, konfora düşkünlükle açıklanamaz. Onların en temel motivasyonu hükmetmek; iktidar olmak, iktidarda kalmak… Esad para kaybetmemek, hayatının konforunu korumak için değil, iktidar için yapıyor bunları. İşte bu nedenle, insanın en aşağılık yüzü iktidar tutkusu.”
İblid vahşeti, birçok insan gibi benim de üzerine düşünmeyi önemsediğim, “insan kumaşının niteliği, iktidar, zenginlik, üstünlük, güç, söylem, meşruiyet” gibi kavramları hatırlattı. Bu, öfkeli, buruk bir hatırlama oldu ve facebook sayfamın payına da yukarıda yazdığım kısa not düştü.
Bu pasaj yeni cümlelere muhtaç.
Çoğumuz, insanoğlunun, çıkarlarını gerçekleştirmek için iş birliğine girebildiği kadar, birbirini kırıp geçirmeye de yatkın olduğunu düşünürüz. Bu çok sezgisel bir bilgi de değildir. Gündelik hayatımızdan, bildiğimiz tarihe kadar her yerde bu bilginin teyidiyle karşılaşırız. Savaşların arkasında büyük çıkarlar var diyenler yanlış söylemiyor.
İnsan kendi yıkıcı güdülerini ehlileştirebilmek, kendi türüne karşı güvenliğini sağlayabilmek için ürettiği gelenek, ahlak ve yasaları, ötekinin elindeki zenginliği alabilmek için çiğnemeyi de becerebilen bir varlık.
Hem birbirine kıymak, yıkmak için, hem de düzen sağlamak, güvenli yaşamak için bir hükmetme gücüne ihtiyacı var. Hangi ölçekte olursa olsun, herhangi bir toplumsal ilişkiler ağında otoritesiz bir varoluş durumu söz konusu değil.
Hiçbir zaman anarşizme yakınlık duymadım. Otoritesiz bir toplumsal varoluş hayali, romantik bir snobizm gibi gözüktü bana. Gelecekte olabilirliğini tartışmıyorum. Bu ütopyanın bugüne dair söyleyeceği geçerli bir önerisi yok.
Kısacası, varlığı mutlak bir kötülük olarak anlamlandırılacak bir fonksiyon değildir “iktidar”. Sorun nasıl kurulup, nasıl işlediğidir. Kuşkusuz bir ayrıcalık alanıdır. Modern dünyada toplumdan devralındığı var sayılan, meşruiyetini buna dayandıran büyük bir gücün kullanılma yetkisinin toplandığı merkezdir. Kullanıcısı insandır.
“İktidar” kendi başına bir kötülük; tasfiyesi gereken tarihsel bir patoloji olmadığı gibi, ona talip olanlar da ayrıcalık peşinde koşan narsistler olarak kodlanamaz elbette.
İktidar için yollara çıkanların yüceltilmeleri için de bir neden yoktur aslında. Fakat realitede işler böyle yürümez. Kendi doğal motivasyonunu en etkili biçimde maskeleyen insan faaliyeti, iktidar talebidir. Bu aktörler iktidar oyununa kendi tatminleri için girdiklerini kendileri de bilmezler çoğu kere. İnsan zihni hilekardır. Sahibine oyunlar oynar. Bütün modern muktedirler, meşrebine göre değişerek sınıf/millet/halk için hayatını ortaya koyan “feda” kültürü içinden düşünür ve konuşurlar. O hayatın içinde, hükmetme tatmini, diğerlerinin hayatı hakkında karar verme ayrıcalığının cazibesi görünmez olur. Bu realitenin yerini, kendini yüce değerler için feda ediş, dünya nimetlerinden vaz geçiş algısı alır. Bütün söylem bunun üzerine bina edilmiştir ve dediğim gibi bu sadece kamuya yapılan bir sunuş, bir destek çağrısı değil, çağrıcının kendisi hakkındaki samimi kanaatidir.
İşte tam burada durmak lazım. Tehlikeli olan iktidar değil, iktidara talip olma söyleminin bu büyüsüdür. Çünkü bu büyü iktidarın gerçek niteliğini gizler. İsteyerek olması şart değildir, söylem sahibinin söyleminin büyüsüne inanması da tehlikeyi azaltmaz. Tersine büyütür. İnsanın kendi hırsları için yapacaklarının kendi iç dünyasında bile ahlaki, moral sınırları vardır. Fakat ait olduğu o yüce sınıf/millet/halkın yararı için yapılacakların pek az sınırı vardır. İşte bu nedenle iktidarın özelliği ve muktedirin bütün insani hırslarıyla içimizden biri olduğu unutulduğunda onun sınırlanmasının hayati önemi de gözden kaçar.
Söyleminin büyüsüne kapılıp sınırları oluşturulmamış, sapmalara karşı güvencelere bağlanmamış bir iktidar, o toplum için bir intihardır.
Başa dönersek.
İktidar reel bir ihtiyaçtır; kendi başına bir kötülüğü temsil etmez. Muktedir de, hırsları ve tatminleriyle o alanı talep eden bir insandır. O da bu yolu seçtiği için kötü değildir. Bunlar bir tek koşulla doğrudur. Gözümüz ve irademiz iktidar alanı ve onu kullanan muktedirin üzerinden ayrılmadıkça…
İhtiyaç duyduğumuz otoritenin, rızamıza ve itirazımıza tabi olması kendiliğinden gerçekleşmez. Kurallar ve kurumlar olmadan iktidarı sınırlamak, denetlemek, gerekirse de değiştirmek mümkün değildir.
Hukuk ve güçler ayrılığı her türlü kahraman/ adanmış/ insan üstü muktedirden daha çok lazımdır bir topluma. Çünkü insanın en iğrenç yüzü iktidar hırsıdır. Onu sınırlandıracak olan da güçler ayrılığı, herkesi bağlayan hukuk ve ona işlerlik kazandıran adalet mekanizmasıdır.
İnsan ve iktidar bir araya geldiğinde ne kişiliğin bir önemi vardır ne de ideolojinin. Dünyanın en liberal insanı, ya da çelebilikte kimsenin eline su dökemediği birisi de olsa mutlak güç yozlaştırır.
İktidar hırsı üzerine düşünürken, büyük davalara, devasa insan topluluklarına hükmetme isteğinin sonuçları üzerine konuşuyoruz alışkanlıkla. Kötülükleri majör örneklerle kanıtlamaya çalışıyoruz.
Oysa ihtiyaç duyduğumuz bilgi çok daha yakınımızda.
Minör hayatlarımıza bakın. İnsan ilişkilerimizde karşılaştığımız çirkin halleri kurcalayın. Çoğunun altından iktidar hırslarımız sırıtacaktır yüzümüze.
Nereden mi biliyorum?
İnsanım. Ve kendi kötü davranışlarımla yüzleşirken, o hırs orada gözümün içine bakıyor.