Bir süredir Viktor E. Frankl’in İnsanın Anlam Arayışı adlı meşhur kitabının etkisindeyim. Başka ne okursam okuyayım aklımın bir köşesinde bu kitaptan cümleler dönüp duruyor. Bulaşıkları koyarken Frankl’in çorba kasesinin dibindeki bezelyeler aklıma geliyor. Neden bu kitapta ortaya atılan görüşler sonrasında yeterince güç kazanamadı acaba? sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum. Hayret! diyorum. Türkiye’de kimse bu hattı takip etmek istemedi mi? Nasıl olur! Üzerinde uzun uzun yazan hiç kimse olmadı mı? Bu nasıl iştir? Burada ileri sürülen teorik görüşler sosyolojide hiç mi karşılık bulmadı bugüne kadar? Bunun tam olarak anlamı nedir?
Dr. Frankl, Avusturyalı bir psikiyatr. Freud ve Adler’den sonra logoterapi (logos-terapi) adını verdiği üçüncü bir psikoloji ekolü yaratan, kendine has varoluşçu terapinin büyük isimlerinden. Kötü zamanlarda yaşamış bir kişi aynı zamanda (1905-1997). İnsanlığın en trajik savaşlarına tanıklık etmiş. Avusturya’nın dünyaya açık, barış içerisindeki doymuş kültürel zenginliğinden ve dış dünyanın gündelik kaygılarından uzaklaştıran entelektüel ikliminden Nazi toplama kamplarına savrulmuş, dehşeti iliklerine kadar yaşamış, hayatın bütün soğukluğu ve acı gerçekliğiyle en sert şekilde yüzleşerek darmadağın olmuş, bu kamplarda kız kardeşi hariç ailesinden kim varsa kaybetmiş, çok sevdiği eşini bir daha görememiş bir insanın ruhun en derinlerine işleyen hikâyesini yazdığı bir kitap bu. Yaşadıkları, insanın en karanlık ve aydınlık yanlarını aynı anda ve derinlemesine görme imkânı vermiş ona. Bunun teorisini yapmış sonra. Yeni bir akım çıkarmış ortaya; logos (anlam) terapi.
İnsanın Anlam Arayışı kitabı, bir insanın ömründe görüp görebileceği en sert düşüşlerin, en katı gerçeklik çarpmasının ve her şeyini kaybetmiş birinden hâlâ nasıl ümitvar olunabileceğinin hikâyesi; “Milyonlarca tutuklunun tekrar tekrar yaşadığı kişisel deneyimlerin bir özeti. Bu, bir toplama kampının, orada bulunup da sağ kurtulmayı başaranlardan birisi tarafından anlatılan iç öyküsü.” (s.17). İnsanın iç öyküsü aslında, kendinden kaçarak yaşayan, dinmez can sıkıntısının içinden üstünlük arayışıyla sıyrılmaya çalışan, zulmedici yıkıcı insanla, kendi halinde sevgiye inanan, benliğine kattığı başkalarının sevgisinin yaşatıcı gücüyle ayakta duran insanın içten gelen öyküsü…
Bu öykünün konusu ise zaten yeterince anlatılan, defalarca filmlere konu olan, üzerine teoriler kurulan o büyük dehşetler ve bu büyük dehşetler karşısındaki “büyük insan” yerine yaşanan küçük ve gündelik sayısız acılar karşısındaki “küçük insan”. Her şeyini kaybeden çaresiz insanların çıplak varoluşlarıyla karşı koydukları acımasızlığın içindeki düşler, ümitler, güzellikler ve anlamlarla dolu küçük sıradan insanların büyük ruhsal direnişleri ya da…
Frankl’i anlamak için Freud’dan farklı yanlarına bakmak gerekir çünkü o, denebilir ki Freud’un başka insanların tecrübeleri üzerinden sorguladığı meseleleri bizatihi kendi tecrübeleri ve kendi çarpışmalarından hareketle sorgular. Kesin reddedişler içine girmeksizin kendi farklı bakışını sunar. Logoterapi, Frankl’in kendi hayatının anlamını yitirdiği bir uçurumdan kurtuluşunu borçlu olduğu yaşama gücünün insandan insana geçebilen tekniğinin adı.
Freud, nevrozların yapısı ve iyileştirilmesine dair bu tür rahatsızlıkların kökeninde bilinçdışı güdülerin neden olduğu kaygıların yattığını ve cinsel yaşamdaki engellenmelerin de bunda önemli bir payının olduğunu söyler. Frankl ise nevrozların bir çoğunun ana nedeninin acı çeken kişinin varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaramamasında yattığını düşünmektedir. Engellenme ise ona göre cinsel olmaktan çok varoluşsal bir engellenmedir ve anlam isteminin engellenmesidir. Yani, aslında kişinin kendisi için anlamlı gördüğü bir hayatı oluşturması ve sürdürebilmesinin engelleniyor oluşu pek çok acı veren psikolojik rahatsızlığın ana nedenidir.
Daha çok, geçmişe ve içe dönük olan psikanalize kıyasla Frankl’in logoterapi’si, geleceğe dönüktür; hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine odaklanır. “Psikanaliz sırasında, hastanın divana uzanıp, bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir. Logoterapide ise hasta dik oturabilir, ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir.” (s.112).
Logoterapi’ye göre, kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür; yaşam gücü. Frankl’den hareketle denebilir ki insan sürekli bir anlam arayışıyla hareket eder. Onun en anlamsız gibi görünen davranışları bile son derece anlamlı bir arayışın çabalarıdır. Yargılamaksızın, hüküm vermeksizin insanı ve insanları anlamaya çalışmak anlam arayışının parçası olmakla mümkündür. Toplumların yaşam biçimleri, inançları ya da kültürel birikimleri hayatın anlamlandırılmış sonuçlarıdır. Fakat, anlam değişken ve akışkandır da. Tam bir anlamlandırmadan söz edilemeyeceği gibi değişmez bir anlamdan da bahsedilemez. Hayatın kendisi gibi süren bir arayıştır o yüzden.
Logoterapi, Freudcu haz ilkesiyle karşıtlık içinde olduğu kadar Adlerci psikolojinin dayandığı “üstünlük arayışı”na da karşıt bir yerde konumlanır. “İnsanın anlam arayışı, içgüdüsel itkilerin ‘ikincil bir ussallaştırılması’ değil, yaşamındaki temel bir güdüdür. Bu anlam, sadece kişinin kendisi tarafından bulunabiliyor oluşuyla ve böyle olması gereğiyle, eşsiz ve özel bir yapıdadır.” (s.113).
Acı konusuna yaklaşımı da oldukça farklıdır Frankl’in. İnsanın acı çekmesi, her zaman duygu durumundaki bir sorun olmadığı gibi daha yüksek bir ruh durumunun yarattığı bir gereklilik bile olabilir. Tıpkı, hayatı yaşamak istemeyecek kadar anlamsız bulmanın her zaman bir ruhsal bozukluk ya da hastalık anlamına gelmediği gibi: “Acı çekmek her zaman patalojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom (belirti) olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı olabilir…Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. Ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir.” (s.117).
Frankl, insanın olduğu ya da yaşadığı hayatla, yaşamak istediği veya yaşaması gereken hayat arasındaki gerilimden kaynaklanan ruhsal bozuklukları önlemenin yolunun şimdilerde de yaygın olduğu şekliyle “her şeyi olduğu gibi kabul etmeyle” gelen bir gerilimsizlik durumu (homeostasis) olduğunu da reddeder ve şöyle der: “İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. İhtiyaç duyduğu şey, her ne pahasına olursa olsun gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır…Bu nedenle terapistler, hastalarının ruh sağlığını güçlendirmek istedikleri takdirde, kişinin kendi yaşamının anlamı doğrultusunda, yeniden yöneliş yoluyla belli ölçülerde gerilim yaratmaktan korkmamalıdırlar.” (s.119).
Frankl’in yine bir diğer önemli meselesi, “varoluşsal boşluk”la ilgilidir. Bugünün insanı artık içgüdülerine ya da geleneklere bağlı olarak yaşamadığı için kararlar vermek, tercihlerde bulunmak ve kendi kaderinin yönünü tayin etmek için uğraşmak zorundadır. Bundan kaçış, ya diğer insanlara bütünüyle uyarak onların yaptığı şeyleri arzulamayı (uydumculuk) veya diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapmayı (totalitercilik) getirir. Varoluşsal boşluk, temelde kendini can sıkıntısı olarak dışavurur. Kimi zamansa çeşitli maske ve kılıflarla karşımıza çıkar: “Bazen engellenen anlam istemi, en ilkel güç istemi olan para istemi de dahil olmak üzere, bir güç istemi ile temsili yoldan dengelenir. Diğer durumlarda, engellenen anlam isteminin yerini haz istemi alır. Varoluşsal engellenmenin birçok durumda cinsel dengelenme ile sonuçlanmasının nedeni budur. Bu tür durumlarda cinsel libidonun, varoluşsal boşlukta serpilip yayıldığını gözlemleyebiliriz.” (s.122).
Yaşamın anlamına gelince, insanın her dönemde ve her koşulda genel geçer bir yaşamın anlamı sorgulaması yapması anlamsızdır. Yaşamın anlamı koşulsuzdur. O, duruma, yere ve insandan insana andan ana değişkenlik gösterir. Önemli olan o anki yaşamın özel anlamıdır. Yaşamın anlamı nedir sorusunu sormak -Frankl’in benzetmesiyle- tıpkı bir satranç ustasına ortada bir oyun ya da rakip yokken en iyi hamlenin hangisi olduğunu sormaya benzer. Kişi bu soruyu kendisine sormalı ve anlık cevaplar vermelidir. İnsan, hayat tarafından sürekli sorgulanmaktadır çünkü ve anlam, insanın düşündüklerinden çok yaptıklarında, gündelik hayatın en küçük ayrıntılarında ve üstlendiği sorumluluklarındadır. Daha anlamlı olan, insanın hayatın kendisine sorduğu “yaşamının anlamı nedir” sorusuna cevap verebilmesidir. Anlam, her koşulda diğer insanlarla ilişkilidir. İnsansız bir hayatın anlamı da kendiliğinden kaybolup gidecektir. Varoluşun özü, başka insanlar için üstlenilen sorumluluklarda, eyleme geçirilen kararlarda gizlidir. O nedenle, “Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir.” (s.125).
Hayatın zorluğu, kimi varoluşçuların savunduğu gibi yaşamın anlamsızlığına katlanmaktan kaynaklanmaz, yaşamın koşulsuz anlamlılığını kavrama gücünden yoksunluktan kaynaklanır. İnsan, kendinden uzaklaşıp başka insanlara yaklaştıkça ve güçlü bir ruhsal ilişki kurdukça insanlaştığı gibi hayat da o ölçüde anlam bulduğundan, bundan uzak düşen kişi için kolaylıkla çekilmez bir yük haline gelebilir. Toplama kamplarında yaşamak için toplama kamplarında yaşamak gerekmeyebilir!
Frankl, Freud’un birbirinden son derece farklı insanların açlığa terk edilmeleri halinde açlık dürtüsünün artmasıyla bütün bireysel farklılıklarının belirsizleşeceği görüşüne de karşı çıkar. “Şükürler olsun ki Sigmund Freud toplama kamplarını içerden tanımaktan kurtuldu. Onun hastaları, Auschwitz’deki kuru tahtaların üzerine değil, Victoryen kültürün pelüş tarzı sedirlerine uzanıyordu.” der ve gerçeğin Freud’un düşüncelerinin tam tersine olduğunu şöyle anlatır: “Toplama kamplarında ‘bireysel farklılıklar bulanıklaşmıyordu’, tam tersine daha bir farklılaşıyordu; orada insanların, hem domuzların hem de azizlerin maskeleri iniyordu.” (s.165).
Fiziksel yoksunlukların insanları birbirine benzetir gibi gözükürken ruhsal olarak tam tersine bir etkide bulunduğu tezi ne kadar da heyecan vericidir. Aynı şartların hiçbir zaman aynı insanı doğuramayacak oluşu gibi, hayat da hiçbir zaman onu kontrol eden insanların güdümünde olamayacaktır. Ve şartlar ne olursa olsun insanın her durum için kendini savunabilme, nihai tavrını belirleme özgürlüğü vardır. “İnsan, onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir.” (s.82) çünkü durumlar karşısında nihai tutumu belirleme özgürlüğü insandan alınamayacak bir belirleyicidir.
Son sözü, yine uzun bir alıntıyla Dr. Frankl’e bırakalım:
“İnsan, sıradan bir şey, bir nesne değildir; nesneler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. Mevcut yetilerinin ve çevrenin sınırları dahilinde, olduğu kişi neyse, onu kendinden yaratmıştır. Örneğin toplama kamplarında, bu yaşayan laboratuvarda ve bu sınav alanında, yoldaşlarımızdan bazılarının domuz gibi, bazılarının da aziz gibi davrandıklarına tanık olduk. İnsanın içinde her iki potansiyel de vardır ve hangisinin gerçekleşeceği koşullara değil, kararlara bağlıdır.” (s.148).