[10 Ocak 2015] Charlie Hebdo’da, Montrouge’da ve Hyper Cacher süpermarketinde öldürülen 17 kişinin yasını tutuyorum (iki polis ve bir kadın trafik polisi dahil). Başlığımın yanında bu yüzden mutad resim yok. Matem siyahı.Korkunç şeyler yaşadık, yaşıyoruz. Sadece Fransa değil, Cezayir, dünya, Türkiye, hepimiz. Kendi inançlarını mutlak, evrensel düşünce ve ifade özgürlüğünü ise yok sayan bazı kişi ve gruplar, bir yerleri basıp tarıyor, bombalıyor, insanları kaçırıyor, sonra soğukkanlılıkla boğazlarını kesiyor, okul çocukları dahil inanılmaz katliamlar gerçekleştiriyor. Bu çok özel, çok amansız, sıfır insaf, şefkat ve merhamet payı içeren gaddarlık, bizzat kendi kafalarında, kendi söylediklerine bakılırsa, gücünü dinden alıyor. Ortaçağın Hıristiyan Haçlıları veya (13-15. yüzyılların) İspanyol, sonra (16. yüzyılın) Papalık Engizisyonu gibi, günümüzün Müslüman cihadçıları için de, Allahın ve Muhammed’in ne istemiş olabileceğine dair kendi yorumları (öğretildikleri ve bağlandıkları tefsir) tartışılmaz. Chérif Kouachi, son gün telefonlaştıkları anlaşılan BMF TV’ye “Biz Hazreti Muhammed’in savunucularıyız… Peygamberin intikamını aldık” diyor ve devam ediyor: “Öldürdüklerimizi sivil insanlar değil hedeflerimizdi.” Amedy Coulibaly ise “İslâm Devleti’ne bağlı”lığını ve “Halife’nin emirlerini yerine getirdiğini” açıklıyor (bkz Milliyet web sitesi, 9.1.2015). Fakat demek ki her şey, şu veya bu doktrinin içsel tanımlarına bağlı: “bizim” için “hedef” dersen, siviller sivil, insanlar insan olmaktan çıkıp “hedeflerimiz” oluyor. Benim için belki en dehşet verici lâf, işte bu. Aynen Nazizmde olduğu gibi (milletin düşmanları — Komünistler ve diğer gayri-millî yıkıcılar, Yahudiler ve diğer aşağı ırklar); aynen Komünizmde olduğu gibi (sınıf düşmanları — gericiler, karşı-devrimciler, emperyalizmin ve burjuvazinin ajanları); aynen Atatürkçülükte olduğu gibi (inkılâpların düşmanları — irtica, mürteciler) — dehümanize edilmiş bir “hedef” kategorisi yaratılıyor ve bu da vahşetin, alçaklığın, cinayetin normalliği, kabul edilebilirliği sonucunu veriyor.Üstelik, bilmem hatırlatmaya gerek var mı, bu ilk değil (ve herhalde son da olmayacak). Sadece son iki yılın en dramatik enstantanelerini alırsak — 15 Nisan 2013, Tamerlan [Timurlenk] ve Cohar Çarnayev adında iki kardeşin gerçekleştirdiği Boston Maratonu bombalamasında, 3 ölü ve 264 yaralı (önemli bir kısmı ağır ve sakat). 15-16 Aralık 2014, Avustralya’da, Sydney’deki Lindt Kafe’de, Man Haron Monis’in 18 kişiyi rehin alması, sonuçta iki ölü. Gene 16 Aralık 2014’te, yani aşağı yukarı aynı anda, bir Taliban biriminin gerçekleştirdiği Peşaver okul baskını; 8-18 yaş arası 132 öğrenci dahil, toplam 145 ölü. Bütün bu dönem boyunca, Nijerya’da Boko Haram’in sürekli yaptıkları; okulardan kız çocuklarını topluca kaçırması, en son Baga kentinde 2000 kişiyi katledip cesetlerini açıkta, sokaklarda bırakması. Gene bu dönem boyunca, IŞİD veya İD’nin ortaya çıkışı; ele geçirdiği her yerde kurduğu akıl almaz düzen, sergilediği benzersiz kıyıcılık, zalim sözcüğünün tarifte yetersiz kaldığı kan dökücülük.El Kaide, IŞİD, Taliban, El Şebap, Boko Haram. Son on yıldır her gün hayatımıza daha fazla girenler.Şimdi bir. İslâmî terör değil de ne diyeceğiz, bu olayın adına? (a) Terör terörmüş, terörün ideolojisi olmazmış. (b) Gerçek İslâm bu değilmiş, dolayısıyla İslâmî terör denemezmiş. İkincisi bir yarım doğru, birincisi tümden yanlış. O kadar yanlış ki, en basit akıl ve mantık sınırlarına sığmıyor. Dolayısıyla işin a-b-c’sinden başlamak şart. Bireysel ölçüler içindeki ve gene bireysel dürtülerle işlenen cinayetler başka; belirli insan gruplarını yok etmeye kalkışmak başka. Terör diye bu ikincisinden söz ediyoruz. Bu terör de daima ideolojiktir; her durumda ideolojik bir çıkış noktası ve gerekçesi söz konusudur. Aksi takdirde birileri — inançları, kültürleri yaşam tarzları, vb kendi inançlarına, kültürlerine, yaşam tarzlarına ters değilse — ne diye diğerlerini, “öteki”leri(ni) imha etmeye kalksınlar? Bu çıkış noktası veya gerekçe, pekâlâ herhangi bir ideolojinin ana gövdesi veya mecrası değil, en aşırı ucu olabilir ve genellikle öyledir de. Ama bu, o ideolojinin genel adının, söz konusu terörist türevine uygulanmasının önüne geçemez. (1) Örneğin Marksizmin en azından 19. yüzyıldaki ana mecrası terörist olmayabilir, ama 20. yüzyıldaki varyantlarından Stalinizm veya Maoizmin devlet terörüne yönelişi, öte yandan henüz muhalefetteki “hal”lerinden düzinelerle akım veya fraksiyonun 1960’lardan itibaren gitgide daha fazla adam-gemi-uçak kaçırma, suikast, canlı intihar bombası, rehin alma ve öldürme gibi eylemlerine, ister sol terör, ister Marksist terör, ister Komünist terör demeyeceğiz de ne diyeceğiz? (2) Aynı şekilde, bütün Türk milliyetçiliği ve milliyetçileri elbette şiddet, cinayet ve katliam yanlısı değildir — ama faraza MHP’nin ve ister İtalyan Kara Gömleklilerin, ister Nazi Alman Kahverengi Gömleklilerin (SA’ların) taklidi olarak Ülkü Ocakları’nın 1970’lerde işlediği cinayetlere sağ terör veya milliyetçi terör denmesi, objektif olarak doğru, haklı ve meşru değil midir? Süleyman Demirel istediği kadar “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” demiş olsun, dönemin dürüst tarihçileri kendilerini bu kör inatla kısıtlamak zorunda mıdır? (3) İttihatçılık da, Kemalizm de öncelikle birer terör ideolojisi değildir kuşkusuz. Ama ister muhaliflerine (Ahmet Samim, Mustafa Suphi’ler, Ali Şükrü, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet) yönelik suikastleri veya yarı-suikastleri, ister Babıâlî Baskını, ister Ermeni soykırımı, ister İstiklâl Mahkemeleri, ister Şeyh Sait ve Dersim isyanlarının bastırılışı düşünüldüğünde, İttihatçı veya Atatürkçü terörden de söz etmek çok mu haksızlık olur? Şu da var ki Türkiye’de Atatürkçülük çok uzun süre iktidarda kaldı ve bu, şiddetini daha çok devlet şiddetiyle sınırladı. Ama eğer nezaketen “ulusalcılık” dediğimiz hortlak biraz daha “aktif, eylemli muhalefet”te kalsaydı ve 2006-2007 yıllarının Rahip Santoro, Hrant Dink, Zirve Yayınevi cinayetleri biraz daha fazla sürseydi, acaba otonom, aşağıdan yukarı bir ulusalcı terör veya Atatürkçü terörden bahsetme noktasına gelmeyecek miydik?Yukarıdaki “ana mecra” ve “uç” ilişkilendirmelerinin hepsi, genel olarak İslâmiyet ile özel olarak İslâmî terör açısından da aynen geçerli. Fransız resmî makamlarının “üç Fransız terörist öldürüldü” tavrı – yani suçu dine veya İslâmiyete yıkmamaları — bence de siyasî açıdan fevkalâde doğru (bkz Oral Çalışlar’ın Radikal ve Serbestiyet’teki son yazısı, 10 Ocak 2015). Daha önce İçişleri Bakanı Cazeneuve’ün, her türlü Müslüman karşıtı linç eğilimlerine olabilecek en sert ifadelerle karşı çıkması gibi, bu da bütün kesimleriyle Türkiye toplumunun örnek alması gereken bir olgunluğu yansıtmakta. Ne ki bu madalyonun bir yüzüyse, diğer yüzünde de söz konusu katillerin kendi görüşleri; kendi inanç çerçevelerinde, belirli bir yorumuyla Müslüman olmayı Fransız (ve insan) olmaya üstün tutmuş olmaları yer alıyor. Yüzleşmek zorunda olduğumuz dogmatizm ve fanatizmlerinin başka bir izahı pek yok. Dolayısıyla bu bağlamda, faraza “dinci katiller” diye nitelenmeyi hem de fazlasıyla hak ediyorlar. Elbette ki her mümin potansiyel bir katil değil; herhalde yüzde 99.9’u değil. Ama bu, yeryüzündeki katillerin bir bölümünün dinî inançlarıyla harekete geldiği ve dolayısıyla onlar için “dinci katil” tarifinin pekâlâ uygun olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İki. Buna bağlı bir büyük sorun da mağduriyet sorunu. Evet, bir bütün olarak İslâm dünyasının ve daha özel olarak, tek tek bazı Müslüman toplumlarının çeşitli mağduriyetleri olageldi Batı karşısında; 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının Yeni Emperyalizmi karşısında; yakın zamanlarda Huntington tipi “bir sonraki düşman” öngörüleri ve “medeniyetler savaşı” senaryoları karşısında; bizatihî İslâmiyeti İslamofaşizm olarak gören-gösteren bir islamofobi karşısında; 9/11 sonrası neo-con’ların (uydurma gerekçelerle) başını çektiği Irak işgali karşısında. Gorbaçov’un Berlin Duvarının yıkılış yıldönümündeki konuşmasına da katılırım: O gün bugündür ABD ve bütün Batı ciddi bir zafer sarhoşluğuna, bir hubris’e kapıldı gerçekten. Dolayısıyla büyük zihinsel ve yapısal dönüşümler şart. İyi de, kısa ve orta vâdede bu tesbit neye yarar? Tarihsel bir saptama olarak evet; defansif bir mazeret olarak hayır. Ünlü fıkradaki gibi, “hırsızın hiç mi kabahati yok?” Ya da tersten soracak olursak, şu veya bu ölçüde bir haksızlık, adaletsizlik ve algısına dayanmayan herhangi bir şiddet ideolojisi ve mobilizasyonu var mı tarihte? (i) Hıristiyanlar, Yahudiler Hazreti İsa’yı katlettiği, ardından çoktanrıcı Romalılarca ezildikleri, ardından Kutsal Diyarlar Türklerin eline geçtiği için mağdur. Öyleyse gelsin ghetto’lar, pogrom’lar, Haçlılar, Engizisyonlar. (ii) 1848 Devrimlerinin yenilgisi sonrasında, Rusya ve Doğu Avrupa halkları müstebit imparatorluk rejimleri ile millî baskılarından mağdur. Öyleyse gelsin Anarşizm, suikastler, Saraybosna, Gavrilo Princip (ve Birinci Dünya Savaşı). (iii) İşçi ve emekçi sınıflar kapitalizmden mağdur. Öyleyse gelsin proletarya diktatörlüğü, Stalin, Çeka, KGB, Gulag, Çin Kültür Devrimi. (iv) İtalya, Birinci Dünya Savaşı’nda kendisine vaat edilenleri alamadığı için mağdur. Öyleyse gelsin Faşizm, Mussolini ve squadristi. (v) Almanya, Versailles Antlaşması’yla mağdur (ve gerçekten mağdur, adamakıllı mağdur, hani şöyle böyle değil). Öyleyse gelsin Hitler ve NSDAP, SS’ler, Auschwitz, lebensraum, 1939 öncesi ilhakler ve İkinci Dünya Savaşı. (vi) Türkiye, gerek Büyük Devletler, gerekse rakip Balkan ve Kafkas milliyetçilikleri karşısında mağdur (Rum ve Ermeni milliyetçilikleri dahil; evet, bu da bir gerçek maalesef). Öyleyse gelsin Türkçülük, nüfus mühendisliği (bkz Fuat Dündar), 1915 soykırımı, 1923 mübadelesi, Cumhuriyet döneminin hâlâ içten içe süren intikamcı ırkçılık ve ayırımcılığı. (vii) Yahudiler, malûm, yüzlerce yıllık bir anti-semitizmin ve sonunda Holokost’un kurbanları, 20. yüzyılın herhalde en büyük etnik mağdurları. Öyleyse gelsin İsrail’in kendi ırkçılığı; ezici, kahredici Arap-Filistin düşmanlığı. (viii) Bir noktada, (sırf Müslümanlar değil) pek çok Asya ve Afrika halkı 19. yüzyıl sonundaki büyük İmparatorluk Çağı’nın mağduru. Öyleyse gelsin, rövanşist Üçüncü Dünya milliyetçilikleri; İdi Amin’lerin, Robert Mugabe’lerin, Kim (İl-sung, Jong-il, Jong-un) ailesinin diktatörlükleri.Nereye varır bu gidiş, bu gidişler? Bir halk türküsü geliyor aklıma: Mezar taşlarını Hasan koyun mu saydın / Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın. Oradan bir başkası: Alçaklara karlar yağmış / Üşümedin mi aman / Sen bu işin sonunu / Düşünmedin mi. Evet, bir işin sonunu düşünmek diye bir şey var, tarihte, politikada, şu yeryüzünde insan olarak varoluş hallerimizde. 11 Eylül 2001 saldırıları meydana geldiğinde, benden çok yaşlı, emektar ve emekli bir diplomat tanıdığımla konuşuyorduk; “önümüzde kapkaranlık bir uçurum, bir abyss açıldı, dibini, ucunu ve sonrasını hiç göremiyorum” demiştim sanırım. On üç küsur yıl geçti. Daha çok acı çekeriz, Batısı ve Doğusu, Müslümanları ve gayrimüslimleriyle herkes, ama herkes, takkesini önüne koyup her şeyi, ama her şeyi baştan düşünmeye razı olmazsa.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik