[24-25 Haziran 2018] Tony Judt’ın çevirsem Hafıza Köşkü diye çevirmek isteyeceğim son kitabının bazı özelliklerini satır aralarında da olsa belirttim sanırım. Bu vinyetler sadece Judt’ın kendi hayatından değil, aynı zamanda 20. yüzyılın ikinci yarısının tarihinden kesitler. Makronun içinde mikro, genelin içinde özel. Toplumsalın içinde bireysel. Ailesini Kıta’nın, İngiltere’nin ve diaspora Yahudiliğinin kesişmeleri bağlamına oturtuyor. Çocukluğunu savaş sonrasının “kemer sıkan” İngiltere’si bağlamına oturtuyor. Gençliğini İngiltere ile Avrupa arasında gidiş gelişler bağlamına oturtuyor. Fakat hiçbir şey çizgisel ve deterministik değil. “İnsanlığın yönü” veya “toplumsal gelişmenin yasaları”na dair herhangi bir büyük anlatı yok, Judt’ın tarihçiliğinde. Bunun yerine hep kazalar, tesadüfler, yanlışlar, belirsizlikler egemen. Kendi hayatının iniş çıkışları için de aynı şey geçerli. Cömertlik, sevecenlik, bireysellik, ayrıntılı gözlemcilik, kültürler-arası duyarlılık, dürüstlük, şeffaflık, alçakgönüllülük — ve hümör. Hiçbir zaman yazılmamış ve yazılmayacak bir otobiyografinin çok boşluklu parçaları, Judt’in kendini çok önemsemeyen ve aynı zamanda kendine acımayan kişiliğinin bu yönlerine işaret ediyor.
Biraz daha detaya girersek, Tony Judt formasyonu, doktora tez konusu ve kitaplarının önemli bir kısmı itibariyle, öncelikle bir Fransa ve Fransız düşünce hayatı tarihçisi. Postwar’u okurken de dikkatimi çekmişti; 1950 ve 60’ların Fransız intelligentsia’sını müthiş iyi tanıyor ve Simone De Beauvoir’in Les Mandarins (1954) romanından da fazla didik didik edebiliyor. Hem seviyor, hem karşı ve eleştirel. Bunda, klasik İngiliz ampirisizminin John Locke ve David Hume’dan bu yana Fransız teorisizminden hazzetmeyişinin de bir payı var kuşkusuz. Ama bunun ötesinde, Fransız aydınlarının kibrine, narsistliği ve pozörlüğüne kişisel bir tepkiyi de içeriyor. Bununla elele ve içiçe, aynı Fransız aydınlarının (ve herhalde en çok, fotoğrafını yukarıda Judt’ın yanına koyduğum Jean-Paul Sartre’ın) uzun süre Leninizmin etkisinden çıkamamış, Sovyetlerin reel kötülüğünü görememiş, devrimci şiddet fetişizminden arınamamış olmasına daha köklü, daha düşünsel ve duygusal bir tepkiyi de içeriyor.
Fransa ölçeğinde kökleri Albert Camus’ye dayanan bu ahlâkî tepki, bugün Daniel Cohn-Bendit ile Tony Judt’ı (ya da düşünsel mirasını) bir ölçüde buluşturuyor. Ama acaba bu farazî ve gıyabî buluşma ne kadar derin ve/ya ne kadar kapsamlı? Cohn-Bendit Mayıs 1968’in bir eylemcisiydi sonuçta. Tony Judt ise gözlemci ve tarihçisi, hem de anlaşılan o zaman dahi oldukça şüpheci bir gözlemci ve tarihçisi. Ayrıca, sadece 1968 Paris’inin değil, 1968 Prag’ının da gözlemcisi ve tarihçisi. Kendiniz karar verin. Aşağıda, Judt’ın The Memory Chalet’sinin genel olarak Fransız aydınlarıyla ilgili bölümünü sunuyorum. Önümüzdeki günlerde, doğrudan doğruya Mayıs 1968 hakkında dediklerini de aktarmayı umuyorum.
Paris Dündü
(Hafıza Köşkü, Bölüm XIII)
Fransız entellektüellerine ne oldu? Bir zamanlar Camus vardı: (Sartre’ın sözleriyle) “Fransız edebiyatının belki en ayırıcı özelliğini teşkil eden o uzun ahlâkçı düşünürler dizisinin çağdaş mirasçısı.” Sartre’ın kendisi vardı. François Mauriac, Raymond Aron, Maurice Merleau-Ponty ve
(Aron’un ifadesiyle) “inénarrable [tarifsiz] Mme De Beauvoir” vardı. Onları Roland Barthes, Michel Foucault ve — daha tartışmalı da olsa — Pierre Bourdieu izliyordu. Hepsi sırf romancı, filozof ya da sadece “yazar” olarak da kendi başlarına ciddî bir iddia sahibiydi. Ama aynı zamanda, hattâ öncelikle, Fransız aydınlarıydı.
Tabii hâlâ Fransa dışında da bazı çok büyük isimler söz konusu: örneğin Jürgen Habermas veya Amartya Sen gibi. Ama Habermas’ı düşündüğümüzde ilk akla gelen, sosyolog vasfıyla ürettikleri oluyor. Amartya Sen Hindistan’ın son elli yıldaki başlıca entellektüel ihraç ürünü, ama dünya onu iktisatçı kimliğiyle tanıyor. Bunlar dışında — ve birkaç oktav düşmek pahasına — karşımıza, ağız ishali olmuş hali insana merkezdeki orijinalinin çeperdeki kastî olmayan parodisi hissini veren Slavoj Zizek çıkıyor. Zizek’le — ya da belki Antonio Negri’yle — kendimizi (tıpkı Paris Hilton’ın… ünlü olmasıyla ünlü olması gibi) en çok… entellektüel olmalarıyla ünlü entellektüeller arasında bulıuyoruz.
Ama eşyanın hakikisini çoğu insan hâlâ Fransa’dan — daha doğrusu Paris’ten bekliyor. Alain Finkielkraut, Julia Kristeva, Pascal Bruckner, André Glucksmann, Régis Debray ve Bernard-Henri Lévy, günümüzün en görünür örnekleri. Hepsi, şöhretlerini tartışmalı ve/ya moda konulara yaptıkları seri katkılara borçlu. İstisnasız hepsi, birbirleriyle ve kendilerinden daha meşhur öncelleriyle, hayret verici bir kamusal ve kültürel konular yelpazesi üzerinde özgüvenle gezinme ve ayrıntılı görüş belirtme yeteneğini paylaşıyor.
Böyle şeyler niçin Paris’te çok daha fazla saygı görüyor? Eric Rohmer’in Ma Nuit chez Maud (1969) filminin bir benzerini İngiliz veya Amerikalı bir rejisörün yapabileceğini düşünmek çok zor. Filmde Jean-Louis Trintignant neredeyse iki saat boyunca Françoise Fabian ile yatıp yatmamaya bir türlü karar veremiyor ve bu arada, Pascal’in neden Tanrı’nın varlığı konusunda bahse girmeye hazır olduğundan Leninist devrim diyalektiğine kadar akla gelebilecek her şeye başvuruyor. İtalyan bir rejisör buna seks eklerdi. Alman rejisör siyaset eklerdi. Fransızlar içinse fikirler yeterli oluyor.
Fransız entellektüelliğinin baştan çıkarıcılığı inkâr edilemez. Yirminci yüzyılın ortadaki üçte birlik dilimi boyunca [1930’lar ile 1960’lar arasında], Buenos Aires’ten Bükreş’e kadar her aydın heveslisi zihinsel bir Paris’te yaşıyordu. Fransız düşünürleri siyahlar giydiği, Gitanes içtiği, Fransızca konuştuğu ve teori sattığı için hepimiz öyle yapıyorduk. Sol Kıyı [Seine nehrinin bohem aydın ve öğrenci mahalleleriyle ünlü sol kıyısı] sokaklarında benim gibi İngiliz öğrencilerle karşılaştığımda, yaptığımdan sıkılarak da olsa Fransızcaya döndüğümü çok iyi hatırlıyorum. Tabii précieux [kendini satan] ama de rigueur [zorunlu] bir davranıştı.
Burada “entellektüel” sözcüğüne saygınlık izafe edişimiz, herhalde Maurice Barrès gibi milliyetçi bir yazarın hayli komiğine giderdi, çünkü kendisi bu sözcüğü ilk defa, “Yahudi hain” Dreyfus’u savunan Emile Zola, Léon Blum ve benzerleri için aşağılayıcı bir anlamda kullanmıştı. O gün bugündür entellektüeller, bilim veya sanat alanındaki yetkinliklerinden kaynaklanan özel otoritelerine yaslanarak, kamusal alanın hassas konularına “müdahale” etmeyi sürdürüyor (bugün yaşasa Barrès’in kendisi de bir “entellektüel” olurdu). Ve neredeyse hepsinin tek bir küçük ama çok prestijli eğitim kurumuna: Ecole Normale Supérieure’e [ENS] gitmiş olması tesadüf sayılamaz.
Fransız entellektüelliğinin esrarını çözmek için, Ecole Normale ile başlamamız gerekir. 1794’te lise öğretmeni yetiştirmek için kurulan bu okul, cumhuriyet elitinin hızlandırıcı fideliği haline geldi. 1850 ile 1970 arasında kafasıyla temayüz eden hemen her Fransız erkeği (kadınlar çok yakın zamana kadar giremiyordu) Ecole Normale’den mezun oldu. Bu liste Pasteur’den Sartre’a, Emile Durkheim’dan Georges Pompidou’ya, Charles Péguy’den (giriş sınavında bir değil iki kere çakıp ancak daha sonra geçebilen) Jacques Derrida’ya, Léon Blum’den Henri Bergson’a, Romain Rolland’a, Marc Bloch’a, Louis Althusser’e, Régis Debray’e, Michel Foucault’ya, Bernard-Henri Lévy’ye ve matematikteki [Nobel eşdeğeri] Fields Madalyası’nı kazanan sekiz Fransızın hepsine uzanır.
1970’te pensionnaire étranger [yabancı kursiyer] sıfatıyla geldiğim Ecole Normale hâlâ doruktaydı. Kendi yerleşim kampüsünün olması Fransa için çok özel bir durumdu. 5’inci arrondissement’ın [ilçenin] ortasında, sâkin ve sessiz bir konumu vardı. Her öğrencinin kendi küçük yatak odası, park benzeri bir meydanı çevreleyen bir avluya açılıyordu. Yatakhanelerin dışında oturma odaları, seminer ve konferans salonları, yemekhane, bir sosyal bilimler kütüphanesi ve ayrıca Bibliothéque des Lettres [Edebiyat Kitaplığı] denen, envanteri ve kullanım kolaylığı açısından benzersiz, harikulade bir açık-raf kütüphanesiyle donatılmıştı.
Connecticut’tan California’ya kadar bütün eyaletlerin federal araziye kurulu kamu üniversitelerinin dahi son derece zengin araştırma kütüphanelerine alışkın olan Amerikalı okuyucular, bunun ne demek olduğunu anlamakta zorlanabilir. Ama gerçek şu ki, Fransız üniversitelerinin çoğu [ABD’nin] bütçesi son derece kısıtlı iki yıllık ön-lisans fakültelerinden farksızdır. Kaldı ki normalien’lerin ayrıcalıkları kütüphaneyi ve yatak odalarını çok aşar. Geçmişte ve bugün, son dereze zordur ENS’ye girmek. Başvurmaya niyetlenen her lise mezununun iki yılı daha gözden çıkarıp, çok büyük ve yoğun bir klasik Fransız kültürü veya modern bilim dozunun (basınçlı hortumla beslenen kazlar misali) zorla boğazından aşağı akıtılmasını kabullenmesi gerekir. Ardından giriş sınavına alınır, performansı bütün diğer adaylarla kıyaslanır ve sonuçlar kamuoyuna açıklanır. İlk yüz civarında öğrenci Ecole’e kabul edilir ki bu, devlet hizmetine girmeyi kabul etmeleri halinde ömür boyu garantili gelir demektir.
Başka bir deyişle, 60 milyonluk bir nüfus içinde bu elit hümanist akademi herhangi bir anda sadece üç yüz kadar gence eğitim verir. Bunun karşılığı, ABD’deki bütün liselerin bütün mezunlarının bir filtreden süzülüp geçirilmesi ve binden azının, Harvard, Yale, Princeton, Columbia, Stanford, Chicago ve Berkeley’in olanca seçkinliği ve statüsünü damıtan tek bir koleje alınması olabilir. Dolayısıyla normalien’lerin kendilerine çok yüksek bir değer biçmesine şaşmamak gerekir.
Ecole’de karşılaştığım gençler bana Cambridge’deki akranlarımın olgunluğundan hayli uzak gözüktü. Cambridge’e girmek de kolay değildi gerçi, ama olağan ve dolu dolu yaşanan bir gençlik hayatını dışlamıyordu. Buna karşılık kimsenin ergenlik yıllarını toptan feda etmeden Ecole Normale’e girmesi mümkün olmadığı kendini sürekli belli ediyordu. Fransız akranlarımın kitabî bilgi hacmi karşısında sürekli hayretten hayrete düşüyordum. Neredeyse hazmı imkânsız denecek boyutlarda bir formatlanmış zenginlik söz konusuydu. Tam anlamıyla pâté de foie gras’ydı [kaz ciğeri ezmesiydi] yani.
Ama bu çiçeği burnunda Fransız entellektüellerinin bir yüzü kültürel birikimleriyse, madalyonun diğer yüzünde, çoğunun hayal gücünden yoksunluğu yer alıyordu. Ecole’deki daha ilk kahvaltım çok öğreticiydi bu açıdan. Karşımda bir grup pijamalı ve traşsız birinci sınıf öğrencisi oturuyordu. Kahve fincanıma gömülmüştüm ki, Troçki’nin gençliğini andıran heyecanlı bir delikanlı öne eğildi ve bana (Fransızca) “khâgne’ını [o çok entansif lise-sonrası hazırlık kurslarını] nerede yaptın?” diye sordu. Khâgne yapmadım dedim, buraya Cambridge’den geldim. “Ha, yani khâgne’ını İngiltere’de yaptın.” Bir daha denedim: “Hayır, bizde khâgne yok; ben buraya doğrudan bir İngiliz üniversitesinden geldim.”
Genç adam beni aşağılayıcı bir istihfafla süzdü. Ecole Normale’e, dedi, önce khâgne hazırlığından geçmeden girmek imkânsızdır. Burada olduğuna göre, khâgne yapmış olmalısın. Ve bu bitirici Kartezyen alâyişle dönüp dikkatini buna daha lâyık hedeflere yöneltti. Ben de, kendi gözlerin ve kulaklarının sunduğu sıradan deliller ile bazı birincil ilkelerden istihraç edilecek sonuçların tartışılmazlığı arasındaki bu radikal uyumsuzluk üzerinden, Fransız entellektüel hayatının çok temel bir aksiyomuyla tanışmış oldum.
1970’de Ecole’de azımsanmayacak sayıda (kendi ifadeleriyle) “Maocu” da vardı. İçlerinden yetenekli bir matematikçi bana uzun uzadıya, o muhteşem Bibliothéque des Lettres’in neden yerle bir edilmesi gerektiğini anlattı: Du passé faisons table rase [Geçmişi tamamen silelim – Enternasyonal marşının Türkçede genellikle “Yıkalım bu köhne düzeni” diye söylenen dizesi]. Mantığına kusur bulmak mümkün değildi: geçmiş gerçekten de sınırsız inovasyonun önünde bir engeldir. Ama neden gene de hatâ olacağını açıklamanın yolunu bulamadım. Sonunda sadece, önümüzdeki yıllarda olaylara farklı bakacağını söyleyebildim. Derhal haddimi bildirdi: “Ne kadar İngiliz bir sonuç.”
Maocu arkadaşım ve avenesi kütüphaneyi asla yakmadı tabii (bir gece yarım yamalak bir saldırı girişimi olduysa da). Alman ve İtalyan muadillerinden farklı olarak, Fransız öğrenci hareketinin radikal marjı asla devrim teorisyenliğinden şiddet uygulamaya sıçramadı. Neden diye sormak ilginç bir spekülasyon konusu olabilir. En azından söylemsel şiddet ciddî boyutlardaydı, orada geçirdiğim bir yıl içinde; Maocu normalien’ler habire yemekhaneyi “işgal” ediyor ve her yeri sloganlarla kaplıyorlardı: les murs ont la parole [şimdi söz duvarların]. Lâkin nedense yolun biraz aşağısındaki, benzer biçimde “öfkeli” Sorbonne öğrencileriyle herhangi bir dâvâ ortaklığı kurmuyorlardı.
Bu bizi şaşırtmamalı. O günlerde Paris’te normalien olmak size, (kendisi de normalien olan) Pierre Bourdieu’nün ifadesiyle, hatırı sayılır bir kültürel sermaye bahşediyordu. Normalien’lerin diğer Avrupalı öğrencilerin çoğuna kıyasla dünyanın tepetaklak olmasından kaybedecekleri çok daha fazla şey vardı ve bunu da biliyorlardı pekâlâ. Orta Avrupa’dan ithal edilen şu köksüz kozmopolit entellektüel — ya da baskıcı bir devlet ve kendileriine sempati beslemeyen bir toplumla sürekli çatışan fazlalık tipler — imajı Fransa için tümüyle geçersizdi. Aydınlar başka hiçbir yerde bu kadar chez eux [kendi evlerinde] olmadı.
Ecole Normale’e 1924’te giren Raymond Aron, Mémoires’ında [Anılar’ında] “Bu kadar küçük bir yerde bu kadar çok sayıda parlak zekâyla karşılaşmadığını” yazdı. Buna ben de katılırım. Tanıdığım normalien’lerin çoğu kamuda veya akademik hayatta harika kariyerlerin sahibi oldu (bunun en önemli istisnası Bernard-Henri Lévy’dir ama belki onun da bir yerde potansiyelini gerçekleştirdiği söylenebilir). Gene de, önemli bazı istisnalarla birlikte şaşırtıcı derecede homojen bir camiadırlar aslında: yetenekli, kırılgan ve tuhaf bir şekilde taşralı.
Benim zamanında Paris dünyanın entellektüel merkeziydi. Bugün ise uluslararası fikir alışverişine marjinal kalıyor. Gerçi Fransız aydınları hâlâ biraz hararet yaratıyor arada sırada. Ama yaydıkları ışık sanki çok uzaklardaki, belki çoktan sönmüş bir güneşten yansıyor. Önemli bir gösterge, günümüzün genç ve hırslı Fransız erkek ve kadınlarının daha çok, çiçeği burnunda bürokratların hızlandırıcı fideliği niteliğindeki Ecole Nationale d’Administration’u — ya da doğrudan işletme okumayı tercih ediyor olması. Genç normalien’ler her zamanki kadar parlak, ama artık kamusal hayatta pek rol oynamıyorlar (Finkielkraut, Glucksmann, Bruckner veya Kristeva’dan hiçbiri Ecole’den mezun değil). Yazık, bir bakıma. Entellektüel parıltı Fransa’nın tek kozu değildi kuşkusuz, ama özel bir seçkinlikti — tıpkı Fransız dilinin kendisi gibi (ki o da değer kaybediyor). Çok az farkla da olsa bizlere benzemek, Fransızlara yakışıyor mu?
Normale Sup’da geçirdiğim zamanı düşündüğümde aklım, 1830’de kral tarafından George Stephenson’ın “Rocket”ının yeni açılan Manchester-Liverpool demiryolu üzerindeki denemelerini izlemeye gönderilen, (Normale’in uygulamalı bilimlerdeki karşılığı) Ecole Polytechnique mezunu bir mühendise gidiyor. O küçük sağlam lokomotif dünyanın ilk demiryolu trenini iki şehir arasında hiç teklemeksizin götürüp getirirken, Fransız mühendis de yol kenarında oturmuş not alıyor habire. Doğrudan görüp izlediği her şeyi titiz hesaplara dönüştürdükten sonra bulgularını Paris’e rapor ediyor: “Bu imkânsız bir şey; çalışamaz, başarılı olamaz.” İşte size katıksız bir Fransız aydını.