[26-27 Haziran 2018] Tony Judt’ın The Memory Chalet’sinden Fransız aydınlarıyla ilgili XIII. Bölümü çevirmiş ve kısa bir giriş notuyla birlikte sunmuştum. Hemen bazı gözlem ve eleştiriler geldi dikkatli okuyuculardan. Ben kendi sözcüklerimle özetliyorum; Judt’ın tavrını aşırı küçümseyici ve çarpıtıcı buluyorlar. Fransız aydınlarının son kuşaklarını da, Fransa dışı dünya aydınlarını da hem nicelik hem nitelik açısından fazlasıyla hafife aldığı, asgarileştirdiği ve değersizleştirdiği kanısındalar. Benim de sunuşumda dikkat çektiğim İngiliz anti-teorisizminin altını daha kuvvetle çiziyorlar.
Olabilir; ben de katılabilirim bu kaygıların bir kısmı, belki birçoğuna. Zaten hepsi doğru diye çevirmiyor ve yayınlamıyorum bunları. Dahası, bugün aşağıda verdiğim Mayıs 1968 yorumu da benzer tepkilere açık. Cohn-Bendit ve Claus Leggewie’nin, Mayıs 1968’i bir anlamda güzellemeye devam etmesine karşılık, Tony Judt olayın bütününe çok daha eleştirel bakıyor. “Ne güzeldi”yi veya “harikaydı”yı öyle görmüyor ve yaşamıyor. O günün gençlik illüzyon ve delüzyonlarına kısmen tebessümle baksa da pek sempati duymuyor. Zaaflar ve kısıtlar üzerinde çok daha fazla duruyor. Bu da onu yer yer, Raymond Aron gibi muhafazakârlarla duygudaşlığa götürüyor.
Kendi payıma, şu noktaları önemsiyorum çok kısa ve kestirme bir karşılaştırmada. (1) Leggewie ve Cohn-Bendit, 1968 dalgasının Fransa ve bütün Batı üzerinde önemli bir kültürel etki yaptığı, toplumun ve insan ilişkilerinin dokusunu değiştirdiği (görece demokratikleştirdiği) kanısında. Judt ise bunu reddediyor; “Dünyayı değiştirmedik; işin doğrusu, dünya bizim suyumuza giderek değişti” diyor. Bu, Cohn-Bendit’in eleştirdiği “zaten değişecekti” tezi. Bu noktada Leggewie ve Cohn-Bendit’i haklı, Tony Judt’ı ise aşırı negativist ve inkârcı buluyorum.
Fakat sonra kendimi Judt’a çok daha yakın hissettiğim hususlar geliyor. (2) Batı Avrupa’daki öğrenci hareketleri çok bencil ve kendi kendileriyle meşguldü, diyor Judt. (3) Tam bu söözcüklerle olmasa da, mevcut özgürlüklerin ve demokrasinin (“burjuva demokrasisi”nin) kıymetini bilmediklerinin, aslında ne gibi nimetlerden yararlanmakta olduklarının farkına varmadıklarının altını çiziyor. (4) Bu çerçevede, bir kısım hocaların öğrenci aktivizminin kuyruğuna takılması hakkında da hayli ağır ifadeler kullanıyor Judt: “…genç ve çekici öğrencilerinin yavan ütopik klişelerine kapılıp sürüklenen ve bir yolunu bulup onlara katılmaya can atan bazı profesör meslekdaşlarının dalkavukça coşkusu…” Maalesef katılıyorum; ben buna (genç bir asistan olarak kendimi de katarak) 1960’ların sonları ve 70’lerin başlarının Ankara SBF’sinden bizzat tanığım. Dahası, Türkiye’de yer yer hâlâ devam ettiğini düşünüyorum.
Birliktelikler de var kuşkusuz. Ama yüzde yüz değil. Örneğin (5) hepsi, 1968 hareketinin aşırı solculaşması, şiddet hayranlığının başgöstermesi, Sovyet tipi diktatörlüğün alternatifini liberal demokraside değil Çin Kültür Devrimi’nde arayan Maoculuk gibi ekstremizmleri doğurması gibi konularda hemfikir. Ancak (6) Leggewie ve Cohn-Bendit’lerin 1968 ufku Batı’yla sınırlı kalırken, Judt bu Komünizm romansı eleştirisini biraz daha ileri götürüp, İngiliz-Fransız-Alman öğrenci hareketlerinin aynı yıl Polonya ve Çekoslovakya’da patlak veren demokratik kalkışmalara ilgisiz ve duyarsız kalmalarıyla birleştiriyor: “… Çekoslovakya’nın Dubçek’ini bir diğer reformcu dönek diye nitelemekle tatmin olan tek tük kibirli Almanlar dışında kimse Doğu Avrupa’dan söz etmiyordu.”
Doğrusu bu şahsen bana çok ama çok dokunuyor, enikonu acı veriyor. Zira 1968’de ben de Judt’ın o “tek tük kibirli Almanlar”ıyla tamamen aynı kafadaydım. Genel olarak Türk solu, derece derece Leninizmin ve Stalinizmin etkisi altındaydı. Önemli istisna, aşırı solculuk tarafından sürekli hırpalanma ve (bugün düpedüz faşist diyeceğim yöntemlerle) çalışamaz hale getirilme sürecinde olmasına karşın, gene de Türkiye İşçi Partisi’ydi. Mehmet Ali Aybar parti başkanıydı. Çekoslovakya’nın Sovyetlerin başını çektiği Varşova Paktı kuvvetlerince işgalini (bkz yukarıdaki başlık resmi) sert bir şekilde kınamıştı. Karşılığı, Sadun Aren ve Behice Boran tarafından genel başkanlıktan devrilmek oldu. İşte bu gibi şeyleri bağışlamama anlayışı, Tony Judt’la birlikte beni de içine alıyor. Diyeceksiniz ki sosyalizmin büyüklerindendiler; başka bir kuşaktılar; günahları ve sevaplarıyla göçüp gittiler bu dünyadan. Ama hayır, ben bir tarihçi olarak bu tavrı kaydetmemek, unutmamak ve örtbas ettirmemek zorundayım. Nasıl kendimi de unutmuyor ve affetmiyor, henüz 22 yaşında son derece dogmatik, dünyadan ve hayattan habersiz genç bir sersem olmama dahi sığınmıyorsam.
Şimdi hepsini bir de Judt’ın kendisinden okuyalım.
Devrimciler
(Hafıza Köşkü, Bölüm XIV)
1948’de İngiltere’de doğmak suretiyle, hem zorunlu askerliği birkaç yıl farkla atlatmayı, hem de Beatles’ı yakalamayı başardım. Love Me Do’yu çıkardıklarında ondört yaşımdaydım. Üç yıl sonra ilk minietekler zuhur etti. Kıymetlerini takdir edecek kadar büyük ve bu fırsatı kaçırmayacak kadar küçüktüm. Refah, konfor ve güvenlik çağında büyüdüm — ve dolayısıyla, 1968’de yirmi yaşıma girdiğimde isyan ediverdim. [46-66 arası] Bebek patlamasında doğanların çoğu gibi ben de, konformist olmamak noktasında konformist oldum.
1960’lar genç olmak açısında hiç kuşkusuz çok iyi bir zamandı. Her şey eşi görülmedik bir hızla değişiyor gibiydi ve dünyanın gençlerin egemenliğinde olduğu izlenimi istatistiklerle de doğrulanmaktaydı. Öte yandan, en azından İngiltere’de değişim çok aldatıcı olabiliyordu. Biz öğrenciler Lyndon Johnson’ın Vietnam’a açtığı savaşın İşçi Partisi hükümetice desteklenmesine avazımız çıktığınca karşıydık. Cambridge’deki protestolardan en az birini çok iyi hatırlıyorum. Zamanın savunma bakanı Denis Healey gelip konuşmuştu. Arabasını şehrin dışına kadar kovaladıydık — bugün [2010’da] AB’nin dışişleri yüksek komiseriyle evli olan bir arkadaşım motor kapağına sıçramış ve ön camları öfkeyle yumruklamıştı.
Ancak Healey hızla uzaklaşırken farkettik, vaktin ne kadar geç olduğunu. Kolejlerimizde akşam yemeği bir iki dakika içinde başlayacaktı ve asla kaçırmak istemiyorduk. Koşar adım şehre dönerken, kalabalığı kontrol altında tutmakla görevlendirilmiş üniformalı bir polis memurunun yanına düştüm. Karşılıklı bakıştık. “Gösteriyi nasıl buldunuz?” diye sordum. Sorumu zerrece olağanüstü bulmaksızın soğukkanlıkla karşıladı: “Sanırım çok iyi geçti Sir [Bayım].”
Cambridge’de devrim şartlarının olgunlaşmadığı açıktı. Keza Londra’da da. Amerikan elçiliğinin önündeki (gene Vietnam konulu — akranlarımın çoğu gibi ben de, binlerce kilometre ötedeki haksızlıklara karşı çok daha kolay harekete geçebiliyordum) şu meşhur Grosvenor Meydanı gösterisinde, can sıkıntısı içindeki bir polis beygiri ile parkın parmaklıkları arasına sıkışmış dururken, bacağımdan aşağı ılık, ıslak bir şeylerin aktığını hissettim. Altıma mı kaçırmıştım? Yaralanmıştım da kanıyor muydum? Bende o şans ne gezer. Elçiliğe doğru fırlatmak niyetiyle yanıma aldığım kırmızı boya bombası cebimde patlamıştı.
O akşam müstakbel kaynanamla yemek yiyecektim. Olanca içgüdüleriyle dört dörtlük muhafazakâr bir Alman hanımefendiydi. Zaten kızının öğleden sonra televizyonda zerrece hazzetmeksizin izlediği, sürekli “Ho, Ho, Ho Şi Min” diye bağıran o pis ve derbeder solculardan biriyle çıkmakta olduğunu dehşetle öğrenmişken, bir de belimden ayak bileklerime kadar yapışkan bir kırmızı maddeye bulanmış vaziyette kapısına dayanmam, herhalde hakkımdaki şüphelerini gidermeye yaramış olamaz. Oysa ben sadece kan değil boya olduğuna hayıflanıyordum. Var mı, épater la bourgeoisie [burjuvaziyi şoke etmek] gibisi!
Gerçek devrim içinse tabii Paris’e gitmek gerekiyordu. Çoğu arkadaşım ve akranım gibi ben de 1968 ilkbaharında oraya yollandım. İşin sahicisini göreyim — içime çekeyim — istiyordum. Ya da en azından, sahicisine oldukça sadık bir gösterimini. Ya da belki, Raymond Aron’un şüpheci ifadesiyle, işin sahicisinin bir zamanlar standart repertuarın bir parçası olduğu sahnede oynanan bir psiko-dramayı. Paris gerçekten de devrimin mekânı olmuş olduğundan — hattâ öyle ki, devrim kavramını görsel algılayış ve somutlayış biçimimiz, büyük ölçüde 1789-1794 yıllarında Paris’te cereyan eden olaylar hakkında bildiğimizi sandığımız şeylerden kaynaklandığından — politika, parodi, pastiş… ve performansı birbirinden ayırmak zaman zaman hayli zor olabiliyordu.
Bir açıdan her şey olması gerektiği gibiydi: gerçek parke taşları, gerçek sorunlar (ya da en azından taraflara yeterince gerçek gelen sorunlar), gerçek şiddet, bazen de gerçek kurbanlar. Ama başka bir düzlemde, o kadar da ciddî değil gibiydi: o gün dahi, kaldırım taşlarının altından plajların çıkacağına (sous les pavés la plage) çıkacağına inanmakta zorlanıyordum; nerede kaldı, yazı nerede geçireceklerine bu kadar utanmazca kafayı takmış bir öğrenci camiasının — bütün o ateşli gösteri ve tartışmaların ortasında, bir yandan da sürekli Küba tatillerinden konuşulduğunu hatırlıyorum — gerçekten Cumhurbaşkanı De Gaulle’ü ve Beşinci Cumhuriyet’ini devirmek niyetinde olduğuna inanmak? Ama ne de olsa caddelerde yürüyen kendi çocuklarıydı ve dolayısıyla birçok Fransız yorumcu, bunun gerçekten olabileceğine inanıyormuş gibi davranıyor be büyük bir gerilim yaşıyordu.
Neresinden bakarsak bakalım, sonunda hiçbir şey olmadı ve hepimiz evlerimize döndük. O sırada, Aron’un küçümseyiciliğini haksız bulmuştum (hazımsızlığı, genç ve çekici öğrencilerinin yavan ütopik klişelerine kapılıp sürüklenen ve bir yolunu bulup onlara katılmaya can atan bazı profesör meslekdaşlarının dalkavukça coşkusuna tepkisinden kaynaklanıyordu). Bugün herhalde istihfafını paylaşmaya daha yatkın olurdum, ama vakti zamanında biraz aşırı gelmişti doğrusu. Galiba Aron’u en fazla rahatsız eden şey, herkesin eğleniyor olmasıydı – zekâsının olanca parlaklığına karşın, eğlenmek devrim yapmakla aynı şey olmamakla birlikte, birçok devrimin gerçekten oyun oynarcasına ve gülerek başladığını anlayamıyordu.
Bir iki yıl sonra bir Alman üniversitesinde okumakta olan bir arkadaşımı ziyarete gittim — Göttingen’di sanırım. Anladım ki Almanya’da “devrim” bambaşka bir şeydi. Kimse ama kimse eğlenmiyordu. İngiliz gözüyle bakıldığında, herkes kelimelerle anlatılmayacak derecede ciddîydi — ve kaygı verecek kadar seksle kafayı bozmuştu. İşte bu oldukça yeni ve değişikti. İngiliz öğrenciler çok seks düşünür ama az yapardı; Fransız öğrenciler ise cinsel bakımdan çok daha aktifti (veya bana öyle geliyordu) ama seks ile siyaseti çok net bir şekilde birbirinden ayırıyordu. Arada bir “savaşma, seviş” çağrısında bulunmanın dışında, siyasetle ilişkileri son derece — hattâ abcürd derecede — teorik ve kuruydu. Kadınlar katıldıkları kadarıyla kahve yapmaya veya birlikte yatmaya (ya da, gazeteciler fotoğraf çeksin diye görsel aksesuarlar olarak omuzlara alınmaya) yarıyordu. Dolayısıyla hemen ardından radikal feminizmin çıkagelmesine şaşmamak gerekir.
Ne ki Almanya’da siyaset seks etrafında — ve seks de çok büyük ölçüde siyaset etrafında dönüyordu. Tanıdığım hemen bütün Alman öğrenciler komünler halinde yaşıyor, eski büyük apartman dairelerini ve birbirlerinin partnerlerini paylaşıyor gibiydi. Böyle bir Alman öğrenci kollektifini ziyaretim sırasında, Bundesrepublik’teki akranlarımın kendi söylemlerine gerçekten inandığını farkedip hayretler içinde kalmıştım. Bana açıkladıklarına göre, gündelik ve rastgele cinsel ilişkilere mutlak surette komplekssiz bir yaklaşım, Amerikan emperyalizmine ilişkin yanılsamalardan kurtulmanın en iyi yolu olduğu gibi, anne ve babalarının (bastırılmış cinselliğin milliyetçi machismo kılığına bürünmesi diye tarif ettikleri) Nazi mirasını da tedavi ve tasfiye etmek anlamına geliyordu.
Yirmi yaşındaki Batı Avrupalı bir gencin, kendisinin (ve partnerinin) giysilerini de, takıntılarını da soyup çıkarmak — böylelikle, baskıcı hoşgörünün bütün sembollerinden metaforik anlamda arınmak — suretiyle ebeveynlerinin günahlarından arınabileceği fikri, benim ampirik İngiliz solculuğuma hayli şüpheli geliyordu. Nazi aleyhtarlığının seri halinde orgazm olmayı gerektirmesi — hattâ bununla belirlenmesi — ne büyük bir şanstı! Ama yani, şimdi durup düşündüğümde, ben kim oluyordum itiraz edecek? Siyasî evreninin sınırları hürmetkâr polis memurlarıyla ve asla işgal görmeyip savaştan galip çıkmış bir ülkenin temiz vicdanıyla çizilen bir Cambridge öğrencisi, belki de başkalarının cin çıkarma stratejilerini yargılama konumunda olmamalıydı.
400 kilonetre kadar doğuda olup bitenin biraz daha farkında olsaydım, o kadar da üstünlük taslamayabilirdim kuşkusuz. Doğu Avrupa Yahudisi kökenli, iyi eğitim görmüş, bir dizi yabancı dili rahatlıkla konuşabilen ve kıtanın kendi ait olduğum yarısında hayli gezmiş tozmuş bir tarih öğrencisi olarak benim, o sırada Polonya ve Çekoslovakya’da yaşanan altüst oluşlara hemen tamamen bigane kalmam, Soğuk Savaşın hemen tamamen kendi içine kapattığı Batı Avrupa hakkında bize neler söylüyor acaba? Devrim mi seni cezbediyor? O zaman neden kalkıp, o sırada bütün Avrupa’nın tereddütsüz en heyecan verici yeri olan Prag’a gitmiyorsun? Ya da benim genç akranlarımın fikirleri ve idealleri uğruna sınırdışı edilmeyi, sürgünü veya hapsi göze almakta olduğu Varşova’ya?
[Paris’teki] Bütün o ateşli radikal tartışmalarımız sırasında, bırakın Polonya öğrenci ayaklanmasını, Prag Baharı’ndan dahi tek kelimeyle söz edildiğini hatırlamayışım, Mayıs 1968’in kuruntuları hakkında neye işaret eder? O kadar dargörüşlü ve kendimizle meşgul olmasaydık (kırk yıl sonra, kolej kapılarının açılıp kapanma saatlerinin adaletsizliğini konuşmaya adadığımız yoğunluğu aktarmakta biraz zorlanıyorum), belki daha kalıcı izler bırakabilirdik arkamızda. Gerçek şu ki, Çin Kültür Devrimi’nin, Meksika’daki kalkışmaların, hattâ Columbia Üniversitesi’ndeki sit-in’lerin ayrıntılarına girebiliyorduk gecenin geç saatlerina kadar. Ama Çekoslovakya’nın Dubçek’ini bir diğer reformcu dönek diye nitelemekle tatmin olan tek tük kibirli Almanlar dışında kimse Doğu Avrupa’dan söz etmiyordu.
Geriye dönüp baktığımda, treni kaçırdığımız hissinden kurtulamıyorum. Marksist miydik? O zaman neden Varşova’da Komünist revizyonizmin son kalıntılarını o büyük Leszek Kolakowski ve öğrencileriyle tartışmıyorduk? Âsi miydik? Hangi dâvâ uğruna? Ne fiyatına? Benim tanıdıklarım arasında, tek bir geceyi bile hapiste geçirmek bahtsızlığına uğrayan çok az sayıda babayiğit bile ertesi gün öğle yemeği zamanı evine dönmüş oluyordu.Biz ne anlardık, bizlerin kanıksadığımız, elde var bir saydığımız şeyleri talep etmeye cüret eden öğrencilerin Varşova zindanlarında haftalarca sorgulanmaya ve ardından, bir, iki, üç yıllık hapis cezalarına çarptırılmaya dayanmasının nasıl bir cesaret demek olduğundan?
Hakkında yüzyıllara seslenen büyük teoriler kurduğumuz tarihin en büyük dönüm noktalarından birini kaçırdık böylece. Marksizm kendisini 1968’in o yaz aylarında, Prag ve Varşova’da tüketti. Sadece birkaç döküntü Komünist rejimi değil, asıl Komünizm fikrinin kendisini aşındıran, itibarsızlaştıran ve giderek yıkan, Orta Avrupa’nın isyancı öğrencileri oldu. Önünü arkasını pek düşünmeksizin sağa sola savurduğumuz fikirlerin kaderini biraz daha önemseseydik, o fikirlerin gölgesinde büyüyenlerin eylemleri ve düşüncelerini belki daha fazla kaale alabilirdik.
Kimsenin doğru zamanda, doğru yerde doğduğu için kendini suçlu hissetmesi gerekmez. Batıdaki bizler şanslı bir kuşaktık. Dünyayı değiştirmedik; işin doğrusu, dünya bizim suyumuza giderek değişti. Her şey mümkün gibiydi: bugünkü gençlerden farklı olarak, bizi bekleyen bir iş olacağından emindik; dolayısıyla “işletme okumak” kadar alçaltıcı şeylerle uğraşmak gereğini de duymuyorduk. Zaman içinde çoğumuz eğitimde veya kamu hizmetinde yararlı işler yaptık. Enerjimizi dünyanın neden yanlış olduğunu ve nasıl düzeltebileceğimizi tartışmaya harcadık. Hoşlanmadığımız şeyleri protesto ettik ve bunda haklıydık da. En azından kendi gözümüzde, devrimci bir kuşaktık. Heyhat, devrimi kaçırmış olduk.