Halil Berktay’ın “gene ‘Halillik’ ederek” bir yazıyı dokuza bağlaması ne kadar iyi oldu; ne kadar çok şey öğrendik Amerika’nın yerlilerinin sonradan gelen egemen beyazlardan neler çektiği hakkında.
Fakat bu dizide benim için daha çarpıcı olanı, Berktay’ın, Amerikalıların kendi kötülük tarihleriyle yüzleşmelerine dair anlattıklarıydı; bu yüzleşmenin bir parçasını da “Kamusal alanın anılar, anıtlar, heykeller, meydanlar, pul serileri üzerinden dönüşümü” oluşturuyordu.
İşin “anıtlar” kısmının nereye vardığını öğrendiğimde ise hayretler içinde kaldım: Federal ordu ve hükümetin can düşmanı, yüzlerce beyaz askerin ölümünün sorumlusu Sioux şefi Crazy Horse’un devasa boyutlardaki heykeli:
“Anıtın kendisine 1948’de başladı ve bugün de tamamlanmaktan çok uzak gibi. Crazy Horse at koşturuyor ve ufku gösteriyor. Bir gün biterse uzunluğu 195 metre ve yüksekliği 172 metre olacak. Crazy Horse’un kolu 80 metre uzanacak. 27 metre boyundaki başı, Mount Rushmore anıtındaki 18 metrelik kafaları gölgede bırakacak.” (Mount Rushmore anıtı George Washington, Thomas Jefferson, Abraham Lincoln ve Theodore Roosevelt’in kayalara oyulmuş devasa büstlerinden oluşuyor).
“Biliyoruz, ilkokulda okuttular”
İşte bu sayede Amerikalılar, başkalarının kötülük tarihlerini onların yüzlerine vurduğunda, “Ama siz de Kızılderilileri kesmiştiniz” cevabını almaktan korkmuyorlar. “Biliyoruz” diye cevap veriyorlar, “ilkokul kitaplarımızda bile yazıyor bu. Siz kendinize bakın, yüz yıl sonra bile çocuklarınızı tarihinizin cahili olarak büyütüyorsunuz.”
Amerika bugünlerde utanç verici, ırkçı bir devlet şiddetine karşı gelişen protestolarla sarsılıyor. Bu sahnede, tarihsel kökleri yüzlerce yıl öncesine giden ırkçılık yine ve üstelik devlet başkanının öncülüğünde bir kez daha rolünü oynuyor. Fakat sahnede yalnızca ırkçılar yok. Onlara karşı direnen milyonlarca Amerikalının yanı sıra, ilkokul kitaplarından itibaren öğrendiklerini unutmamış cesaret sahibi devlet yetkilileri de sahnede: Protestocuları köpeklere parçalatmaktan söz eden, yargıya “onlara 10 yıl hapis cezası verin, bakın nasıl çekilecekler sokaklardan” diyen Devlet Başkanı’na, “Yapıcı bir sözün yoksa kapa çeneni” diye cevap veren emniyet müdürleri, ırkçılığa karşı olduklarını göstermek için dizlerinin üstüne çöken Ulusal Muhafız müfrezeleri…
Justin Trudeau
Başkalarının utancını kendi utancını gizlemek için kullanmak klasik bir devlet refleksi, hepimiz bunu biliriz. Başkalarının utancını kendi utancıyla yüzleşmenin aracı olarak kullanan bir devleti ise hayal etmek bile güç. Geçtiğimiz günlerde Amerika’nın utanç sahnesi üzerinden bu iki tutumun iki somut örneğini de tecrübe ettik.
Hayali bile güç örnek Kanada’da gerçek oldu. Hatırlayacaksınız, Kanada Başbakanı Justin Trudeau, ABD’deki olayları kendisine hatırlatan bir gazeteciye önce 21 saniye boyunca susarak, sonra da birkaç cümlelik bir konuşmayla cevap verdi. Konuşmasında önce ABD’de olan bitenin asla kabul edilemez olduğunu vurguladı Kanada başbakanı. Fakat orada durmadı, sorulmadığı halde lafı kendi ülkesine getirdi ve şöyle dedi:
“(…) Fakat biz Kanadalılar için, bizim de karşı karşıya olduğumuz sorunlar olduğunu görme zamanı. Karaderili Kanadalıların ve ırksal özellikleri farklı Kanadalıların her gün ayrımcılıkla canlı bir gerçeklik olarak yüzyüze olduklarını görme zamanı. Kanada’da sistemik ayrımcılık var. Yani, sistemlerimiz, beyaz olmayan Kanadalılara, ırksal özellikleri farklı olan Kanadalılara, başkalarına davrandıklarından farklı davranıyor. Bu, birçoğumuzun görmediği bir şey, fakat ırksal özellikleri farklı Kanadalılar için canlı bir gerçeklik.”
Fahrettin Altun
ABD’deki protestolar, bu ülkenin basın özgürlüğü karnesine de eksi puan yazdıran gelişmelere sahne oldu. Polisin CNN muhabirlerine silah doğrultması, bu faslın en dramatik sahnelerinden biri olarak hafızalarda yerini aldı.
Bundan birkaç gün sonra da TRT World ekipleri polis müdahalesi sırasında yaralandı.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun olaya tepki gösterirken “Basın özgürlüğü demokrasinin bel kemiğidir” dedi ve en kısa zamanda Amerikalı yetkililerle konuşacağını söyledi.
İletişim Başkanı’nın somut olaya tepkisinde haklı olduğu muhakkak. Trudeau da ABD’deki somut olaya tepki gösterirken haklıydı. Fakat iki haklılık arasında ne kadar büyük bir makas var. Biri, “kınıyorum ama aynısından bizde de var” deme cesaretini gösterirken, öbürü kendi gözündeki merteğe bakmadan başkasının gözündeki çöpe işaret ediyor.
Fahrettin Altun, ABD’ye basın özgürlüğü dersi vermesinden birkaç gün önce Türkiye gibi bir ülkede “Görüşlerini ve yayın tercihlerini hiçbir kısıtlama olmaksızın özgürce ortaya koyabilen” medya tanımı yapabilmişti. Dolayısıyla kendisinden “Trudeau’luk” yapmasını beklemek hayal olurdu. Yine de gelin birlikte hayal edelim… Bir Türk gazeteci, basın toplantısı sırasında Fahrettin Altun’a ABD’de TRT World çalışanlarının başına geleni hatırlatsın, Fahrettin Altun da 21 saniyelik “epik bir suskunluk”tan sonra şöyle desin:
“ABD’de polisin gazetecilere karşı tutumunu endişe ve dehşetle izliyoruz. Fakat biz Türkler için, bizim de karşı karşıya olduğumuz sorunlar olduğunu görme zamanı. Gazetecilerin görüşlerini dile getirirken canlı bir gerçeklik olarak soruşturma tehditleriyle yüzyüze olduklarını görme zamanı. Türkiye’de sistemik bir basın özgürlüğü sorununun olduğunu görme zamanı. Zaten nadiren yapılabilen gösterilerde polisimizin gazetecilere hiç de iyi davranmadığını görme zamanı. Bu, birçoğumuzun görmediği bir şey, fakat gazeteciler ve başka mecralarda ifade özgürlüğünü kullanmak isteyen insanlar için canlı bir gerçeklik.”
Neyse, hayali cihan değer deyip geçelim. Fakat söyleyin: Hangi tutum daha saygıdeğer? Trudeau’nunki mi, Altun’unki mi?
Ve hangisi daha etkili?