Önce Almanya, ardından Hollanda, sonra da Danimarka ile miting krizleri yaşadık. Kriz, karşılıklı söz düellolarıyla devam ediyor. Kanaat önderlerinin büyük çoğunluğu, krizi seçim öncesi taktikler, popülizm, milliyetçilik gibi kalıplar üzerinden okuyor. Bu okumaya şöyle bir itirazım var: Bu okuma şekli ile ancak krizin sonuçlarına odaklanabiliriz. Bu da bizleri krizi doğuran faktörleri gözardı etmeye veya yanlış teşhis etmeye götürür. Ben krizin temelinde Türkiye ile AB ilişkilerinin değişen doğasının bulunduğunu; bu doğanın da iyi yönetilmesi halinde verimli gerilimler doğuracağını düşünüyorum.
Diyalektik ilişki değişiyor
Türkiye’nin 44 yıllık AB serüveni, efendi-köle ilişkisiydi. Aslında tam olarak böyle değildi. Bir tür gelişen-geri kalan ilişkisiydi. Her gelişen-geri kalan ilişkisinde olduğu gibi bu ilişki de bir hiyerarşi doğurmuştu. O yüzden köle-efendi tanımlamasını kullanmayı uygun gördüm. Ancak bu hiyerarşi, her yolculuğun yolcuları değiştirmesi gibi 2013’ten sonra değişti. Çünkü Türkiye artık AB süreci kapsamında “terbiye edilen ülke” olarak görülmek istemiyordu. Zaten hem AK Parti ile yaşanan zihinsel değişim, hem de içerde egemen erklerin yer değiştirmesine bağlı olarak gelişen yapısal dönüşüm, buna karşı çıkmayı gerektiriyordu. AB de eski AB değildi. Her şeyin efendisi olduğu vakitlerden, kendi sonunun efendisi olamayacağı bir sürece evrilmişti.
Bu tablo şöyle bir sonuç doğurdu: Avrupa-Doğu ilişkisi Türkiye üzerinden kabuk değiştirmeye başladı. Eskiden Batı üzerinden Doğuya eleştirel yaklaşılırdı (oryantalizm). Türkiye bu kurguyu değiştirdi. Böylece ortaya Doğu üzerinden Batıya eleştirel yaklaşmanın ortamı çıktı (oksidantalizm). Bu diyalektik ilişki Türkiye’ye hem Batıyı sorgulayan, hem de Doğu adına itiraz eden bir statü ve özgüven verdi.
Galiba bizim tam olarak göremediğimiz nokta burası. Biz hâlâ Türkiye’yi AB sürecinde terbiye edilmek istenen ülke olarak benimsiyoruz veya bu şekilde bilinç altımıza yerleştiriyoruz. Oysa bu realite değişti. Bizim kriz dediğimiz de aslında bu realitedir.
Değişen demokrasi doğası
Türkiye-AB ilişkilerinde değişen diyalektik, AB ülkelerinin Türkiye tahayyülünde de savrulmalara yol açtı. Bu savrulmayı en iyi şekilde Türkiye ile AB arasında demokrasi üzerinden kurulan iletişimde görebiliyoruz.
AB, artık Türkiye’nin demokratikleşmesini, kendi içine kabul edeceği bir ülkenin dönüştürülmesi talebi olarak önermiyor. Daha çok, Türkiye’yi kendisine bağlı kılacak bir hiyerarşi oluşturmak için öneriyor. Bir tür demokrasi açığını, “bağımlılık ilişkisi” kurmak için suistimal ediyor. Bu durum da şöyle bir sonuç doğuruyor:
AB bir tarafıyla Türkiye’de çeşitliliğin oluşmasını teşvik ediyor. Ama diğer tarafıyla da, bu çeşitliliğin bir ahenge kavuşturulmasını istemiyor.
AB’nin, Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması için çok hayati bir konu olan askerî darbeye karşı takındığı tutumu ele alalım. Ankara’nın askerî darbe ile mücadelesine destek veren AB, darbeye karışan demokrasi düşmanlarının korunması ve barınması için tüm imkânları seferber edebiliyor.
Yine bakıyorsunuz, Türkiye’deki zengin-fakir ayrımını, ihale yasasını, işçi haklarını hiç sorun yapmıyor, seslendirmiyor — ama fikir ve düşünce özgürlüğünü ısrarla seslendiriyor, sorun yapıyor! Tutuklu vekillerin özgür kalması için çırpınıyor, ama aynı çabayı Kürt sorununun çözümü için göstermiyor. FETÖ iltisaklı gazeteciler için yüreği sızlıyor, ama o yürek sol muhalif ve Kürt gazeteciler için tek damla gözyaşı akıtmıyor.
Haklı iken haksız duruma düşmeyelim
Ancak bu tespitleri yapmak, bizim yaptığımız her şeyin doğru ve hatâsız olduğu anlamına da gelmiyor. Türkiye, miting izni vermeyen ülkeleri eleştirmekte yerden göğe kadar haklı. Ancak haklılığını ifade etme formlarında hatâlar yapıyor. Atarlanmalarını daha sofistike, daha evrensel, daha yapıcı bir eleştirel dil kullanarak yapsaydı, dünya kamuoyunun gönlünü kazanırdı. Avrupa içinde hakim zihniyet gibi düşünmeyen demokrat kamuoyunun da gözüne girerdi. Örneğin tepkisini Batı/öteki, Batı/milliyetçilik, Batı/din, Batı/Üçüncü Dünya konularında ufuk açıcı bir eleştirel retorikle seslendirebilirdi. Ayrıca, krizi kendisinin ekonomik zarar göreceği noktalara taşımasına gerek yoktu. Çünkü krizi kurgulama ve büyütme şekli rakibinden çok kendisine zarar verir hale gelmeye başladı. Bu tür fevri tutumlara girmeye gerek yok.
Türkiye ile AB arasındaki kriz, değişen diyalektik ilişkilerin tetiklediği kaçınılmaz bir krizdi. Ancak iyi yönetilirse verimli gerilimler doğurmaya da aday bir krizdir. Çünkü bu kriz sayesinde hem Türkiye-AB ve Doğu-Batı ilişkilerinin özü, hem de bu özün bürünmesi gerektiği ideal biçim anlaşılır hale geliyor.