Hikâyenizi sanatın güncenin edebiyatın belgeselin diline aktaramıyorsanız yoksunuz artık. Hikâye yerde kalınca kolayca değersiz kurbanlara dönüşmek mümkün.
Fotoğrafın icadı dünyada olup bitenleri belgelemek açısından büyük ufuklar açtı imkânlar yarattı. “Başkalarının Acısına Bakmak” kitabında fotoğraf sanatının gerçeğin ifşasındaki önemine dikkat çekerken bilgi ve belge iktidarına da ayna tutuyor Susan Sonntag. Ayrıcalıklı kesimlerin ve hayatlarını emniyete almış olanların görmezlikten gelmeyi tercih edebileceği konuları gerçek ve daha gerçek kılmanın bir vasıtasıydı fotoğraf ama zihin oluşturmanın da bir parçasıydı aynı zamanda. Zihnimizi zalim devletler oluşturmasın.
Ermeni meselesinde bu yıl da gündeme oturan ötekilerin başkalarının ne dediği oldu. Yıllardır her 24 Nisan atlatılması gereken netameli bir gün hayatımızda. Bakalım bu kez hangi devletler parlamentolar soykırım kelimesini kullanacak ya da kenarından dolanacak ustaca. On yıllarca terimlerden çok hikâyelere eğilseydik, atalarımızı aşıp buluşsaydık kalpten kalbe, kardeşane ilişkiler kurulurdu aramızda. Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin’in Anneannem kitabında Ermeni kökleriyle buluşmasının dokunaklı hikâyesinden etkilenmemek mümkün değil mesela. Hrant Dink Vakfının yayınladığı “Sessizliğin Sesi” kitabında konuşan Diyarbakır Ermenilerinin anlattıklarını okumak, anlamak nice dışarıdan konuşanların akıl vermelerinden evla değil mi?
Gerçeğin bütünüyle yüzleşmek de önemli. Neler olduğunu anlamaya çalışan genç kuşaktan insanlar için konuyu biraz daha genişten alma çabası yaşanan acıyı özünden uzaklaştırma art niyeti olarak görülebiliyor. Tersine ancak bilinç akışımızın doğallığı içinde içtenliğimizi ve sahiciliğimizi ortaya koyabiliriz.
Osmanlı –Rus Savaşı. Rusların Tuna ve Kafkasya cephelerinde başlattığı savaşın Rumi tarihi 1293 olduğundan 93 Harbi diye anılan felaket. 1876-77 de başlayan saldırıların ağır sonuçları olmuş ve Osmanlı’nın çözülüşü ve dağılışını başlatan bu kıyımlarda bazı Türkiye Ermenileri de zamanın ulusalcılık hareketlenmesiyle Rusya’da yaşayan Ermeniler gibi Rus ordusuna katılmıştır. “Görenlerin Gözüyle Van’da Ermeni Mezalimi” kitabında Hüseyin Çelik olayların kronolojisini, seyrini ve özellikle Van ilinde yaşanan kıyımın büyüklüğünü gözler önüne seriyor.
Maraş’ta dedemizden dinlediğimiz göç meselesi de karşılığını buluyor böylece. Şehirde Van ve Erzurum’daki Ermeni katliamlarından kaçarak gelen insanların yaşadığı muhacir mahallerinde hâlâ konuşulan hikâyeler var.
Maraşlı bir arkadaşım ortaokuldayken tarih öğretmeni İstiklal savaşına katılmış iki kişi dinleyip anılarını yazma ödevi verir. Cami önünde bekleyerek bulduğu bir yaşlı amcanın anısını nasıl kaydedeceğini bilemez. Çok utanmış üzülmüştür çünkü. “Çeşmenin başında bekledim, bir Ermeni mamasıyla kızı geldi ben de Allah için onları öldürdüm” dediği olayı 1920’de gerçekleştirdiğini söyler. Masum insanları öldürmek nasıl bir din anlayışıysa artık. Fransızlar 1919’da şehre girdiğinde bazı Ermenilerin subaylara tek tek Müslümanların ileri gelenlerinin evlerini gösterdiği de dilden dile dolaşır.
Birinci Dünya Savaşı ve işgal yıllarında Müslümanların başına gelenleri hâlâ bilmiyoruz. Slavlaştırma uğruna Bulgaristan’da öldürülen binlerce Müslüman Türkün başına gelenlere kendimiz bile inanmıyoruz neredeyse. Neden binlerce Bulgar Türkü buralara gelmiş diye düşünmüyoruz bile. Bu yüzden de Ermeni halkına kendi tarihlerine hikâyelerine sahip çıktıkları, anıları yaşanmışlıkları derleyip toplamaya çalıştıkları için büyük saygı duyuyorum, elimden geldiğince duyuruyorum çıkan kitapları.
On yıllar önce bir arkadaşım Kırımlı dedelerinin akıl almaz hikâyesinden söz edince olanlara inanamamıştım. 1944’te Stalin’in emriyle koca bir halk trenlere bindirilip yollarda yok ediliyor. Bu ülkede Kırım Tatarı dostlarımız vardır ama hikâyelerini bilmeyiz pek anlatmazlar, biz de merak etmeyiz zaten. Adı sanı olan, elle yürekle dokunulacak hikâyeler anlatılmayınca rakamların soğukluğuna kurgu ve gerçek arası hayallere dönüşüyor hakikat. Rusya’da bir milyon Tatar öldürüldü cümlesinin hissiyatımızda bir karşılığı yok. Rusya 500 bin Çeçeni de gemilere doldurup ölüm yolculuğuna çıkardı. Tehcirle bir halkı yok etti. Aynı tarihlerde yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan bir gecede hayvan vagonlarına doldurularak çıkarılan Ahıska Türkleri. Sınır güvenliğini tehdit edebilecekleri gerekçesiyle son ferdine kadar sürgün edilen bir halk. Dönüşleri hâlâ yasak. Yeryüzüne dağıldı onlar da Ermeniler gibi. Çeçenistan’daki kırım yüzünden neredeyse Çeçen kalmadığını biliyor mu genç nesiller.
Rusya’nın gerçekleştirdiği etnik temizliğin ucu bucağı görünmezken, hâlâ kimi halklara zulmederken Ermenilere sahip çıkmasında hakikatli bir duruş görmek mümkün mü?
1945’te dikkatler Almanya’ya ve Hitler’in günahlarına çevrilmişken Fransa Cezayir’e girip yaklaşık 1.5 milyon insanı katletti, koca bir halkı esir aldı. Cezayir halkının neredeyse yüzde 15’i yok edilmişti. Olup bitenler hakkında Yacef Sadi ve Gillo Pontecorvo’nun unutulmaz Cezayir Savaşı(1966) filmini izlemek kestirmeden bir fikir verebilir.
İşte Susan Sonntag bu yüzden insanın insan eliyle birbirine yaşattığı acıların kaydını tutan fotoğrafçılığı geçmişten bu güne ele alırken hangi acıların nerede ne bağlamda hatırlanmaya değer bulunduğu meselesini, siyasi erkin göstergesi olarak görüp kıyasıya sorgulamış.
Bütün bunlar nereden çıktı diyebilirsiniz. Ermenilere yönelik soykırım meselesini konuşurken başka şeyleri de hatırlamak, aklıma üşüşen nice düşünceleri paylaşmak istedim. Ermeni halkı 1992’de Azerbaycan Dağlık Karabağ’ında yaşanan Hocalı Katliamıyla da yüzleşmiş değil. Bu katliamı kınamak Ermeni halkını yüceltecektir sadece. İnsanlık tahtında onları bir adım öne geçirecektir. Acı çeken halklara yakışan bir diğerinin hakikatine eğilebilmek içlerdekini duyabilmek ve devlet gibi teknik değil insan gibi kalpli davranabilmek.
Suça günaha bulaşmamış sivil Ermeni halkını tehcirle ölüm yoluna sürmek, malını mülkünü müsadere etmek büyük suç. Soykırım demeyince iş bitiyor mu sanki? Başbakan Davutoğlu’nun dediği gibi “tehcir de insanlık suçu” zaten. Buradan ilerleyerek yaralar sarılabilir, Hrant Dink’in dediği gibi Ermeniler ve Türkler arasındaki travmatik ve paranoyak ilişkinin ilacı iki halkın uhdesinde. Kim bilir belki de usta hikâyeci Mıgırdıç Margosyan gibi onun çocukluğundan beri işittiği, Ermeni halkının bu felakete verdiği ismi kullanmalı, geçmişi, acıyı, travmayı, hatırlamayı hepsini birden yüklenen Kafle kelimesini…