- Adınızı üçüncü sayfa haberlerinde görmek size neler hissettirdi Faik bey?
Psikolog hanım kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından yüzüme bakıp cevabımı bekliyor. Meraklı görünmemek için çaba sarfediyor. Yargılıyormuş gibi, ayıplıyormuş gibi görünmemek için… İfadesizleştirmeye çalıştığı gözlerini çerçevelemiş, hafifçe sağa sola kaydırarak, yüzünde en doğru yere, en düzgün şekilde asabilmek için benden komut bekliyor sanki. Gerçekten de, “Tamam” dediğim anda durulup, sabitleniyor gözleri.
- Tamam… itiraf ediyorum işte! Bir gülmedir aldı beni.
- Sizi güldüren neydi?
Cevabımı kafamda hazırlamaya fırsat bile vermeden yapıştırıveriyor:
- Yoksa bu kez, bu sonuncusunda… sonunda yakalanmayı istemiş olmayasınız?
Sorduğu sorunun cevabını beklemeden kendi yorumunu açık ediveren psikolog nerede görülmüş? Yine de anlıyorum onu. Yargılamıyorum. Ayıplamıyorum. Seanslarının sonunda işe yaramaya başladığına dair bir veriye, bir bilgi kırıntısına öylesine ihtiyacı var ki zavallının. O da zaafları olan bir insan sonuçta. “Her seri katil ardında iz bırakır ya! Sanıldığı gibi, kendisini izleyenlerle eğlenmek için değildir bu. Yakalanmak, durdurulmak istediğindendir.” İşte tam olarak bunları söylüyor çerçeveli bakışları. Nasıl da iyi bir psikolog olduğunu, sayesinde artık durmak istediğimi ima ediyor.
Oysa ne ben bir seri katilim, ne de o iyi bir psikolog. Her hafta, hep aynı gün ve saatte buraya gelmem halimden şikayetçi olduğumdan değil. Tutkumdan vazgeçmeyi istediğim yok. Hele ki durdurulmayı… Para sıkıntım da yok ne de olsa! Aileden zenginim. Fahiş seans ücretlerini dert edecek değilim. Her koleksiyoncu, az ya da çok teşhircidir. Tutkusunun peşinden gider, biriktirir ve sergiler. Benim sergi alanım da burası işte.
- Yok canım! Neden durdurulmak istemiş olayım? Hep göstermelik koşarlardı peşimden. Mahalleliye madara olmamak için. Mahallelinin görüş alanından çıkar çıkmaz da bırakıverirlerdi takibi. Bu seferki cevval çıktı. Bırakmadı peşimi.
- Yine de… Belki de siz Faik bey… Siz her zamanki kadar hızlı koşmak istemediniz. Yakalanmak istediniz.
- Belki de sana yakalanmak istiyordur çocuk. Senden ilgi görmek istediğinden yapıyordur. Yeterince ilgilenmiyorsun çocukla. Sırf annesinden ilgi görmek için yakalanıp dayak yemeye bile razı.
- Nasıl yani? Nasıl ilgilenmiyormuşum? Sen benim anneliğime laf edeceğine…
Her akşam yatak odalarına çekilir çekilmez hep aynı sırayla, hep aynı lafları ediyorlar. Annemle babam… Bir günden bir güne, ne laflarını, ne de laflarının sırasını değiştiriyorlar. Gerisini dinlemiyorum bile. Nasıl olsa konu hemen benim dışıma kayıverecek. “Sen benim anneliğime laf edeceğine, kendi… babalığına” diye devam etmesi beklenir değil mi? Ama öyle gelmiyor işte lafın gerisi. “Kendi kocalığına…”
Oysa bilmiyorlar. Ne ilgi beklediğim var, ne de yakalanmak istediğim. Tek isteğim o çantayı açıp içine bakmak, o kokuyu doya doya içime çekmek. Bayram ziyaretlerinden birinde başladı her şey. Annemin ikramı geri çevirmek istemediğinden aldığı şekeri krokodil çantasına kaydırıverdiğini görmemle. Ve elbette eve dönüşte şekeri almak için çantayı açmamla… O kokuyu nasıl tarif etsem size? Deri kokusuna karışmış çikolata, tütün ve lavanta! Böyle… nasıl demeli… ılık bir koku. Altın tozu serpintili, vişne likörlü çikolata tadında. Şekeri bulmak için elimi daldırmazdan önce aralığından içine bir göz atıverdim. Başka ziyaretlerden ben bile farketmemişken çantaya atılıvermiş renkli yaldız kağıtlara sarılı çikolatalar, dantelli minik bir lavanta kesesi, kenarları oyalı bir mendil, tiyatro biletleri, gümüş sigara tabakası, ama en güzeli, çantanın tıpa tıp aynısı minicik bir başka çanta. Oyuncağını yapmışlar sandım, elime aldım. “Annelerin çantası karıştırılmaz!” diye bağırdı annem. Minik çantayı da, büyük çantayı da elimden kaptı, yatak odasına dalıp kapıyı burnuma çarptı. Ağlaya ağlaya peşinden gitmiştim. “Anneler oyuncak oynamaz ki! Minik çanta benim olsun” diye yalvarmıştım.
Vazgeçmedim. Vazgeçiremediler. Dolap kapaklarının kilitlerini kırdım, düz duvarlara tırmandım, en yüksek raflara ulaştım. Annemden dayak da yedim bu uğurda, oda hapsine de tıkıldım.
Krokodil çantalı günler annemin iyi günleriymiş yine de. Asıl kabus, misafir teyzelerin çantalarına dadanmamla başladı. Deri çantalar, süet çantalar, goblen çantalar… Gözlerimi yumup içlerinde neler olduğunu hayal etmeye çalışırdım önce. Nasıl koktuklarını da… Sonra kaşla göz arasında çantaları asılı durdukları sandalye arkalıklarından aşırıp odama götürürdüm. İşin tuhaf tarafı tam da hayal ettiğim gibi kokarlardı. İçlerinde ne olduğunu da gözüm kapalı bilirmişim meğer. Goblen çantalarda bitirilmeyi bekleyen nakışlar ya da yün ve şişler olurdu daha çok. Bir de pudriyerler ve rujlar… Gümüş aynalar pek uğramazlardı o çantalara, yerleri deri çantalardı. Deri çantalarda minik defterler ve defterlere iliştirilmiş minik kalemler de bulunurdu. Süet çantalardaki rujlar, goblen çantalardakiler gibi kırmızı değildiler. Daha çok portakal renkli olurlardı, portakal kokarlardı. Hepsinin ortak noktası o minik çantalardı. Yine de hiçbiri krokodil çantanınki gibi değildi. İçlerinde bulundukları çantalara hiç benzemezlerdi. O yüzden ilgimi çekemediler pek. En çok rujlarla ve minik parfüm şişeleriyle oynardım o yüzden. Tabii ya! Parfüm şişelerinden söz etmeyi unutmuşum. Kimilerinden yayılan baloncuklar gibi yuvarlak, yumuşak ve tatlı, kimilerinden batıp çıkan iğne uçları gibi ince ve delici, kimilerindense aniden çarpıp kaçan rüzgarlar gibi baş döndürücü kokular…
Çarpıp kaçan… Evet psikolog hanım, çarpıp kaçan rüzgarlar gibi demişken…
- Çocuğa vurulur mu hiç? Böyle mi vereceksin cezasını?
Babam annemin elinden almaya çalışıyor beni. Misafir teyzeleri uğurlar uğurlamaz saldırdı üzerime annem, banyoya sokup dudaklarımı paralaya paralaya yıkadı, şimdi de evire çevire pataklıyor. Ben ağlamıyorum hiç. Daha da sinirlenmesin diye gülmemi tutmaya çalışıyorum hatta. Annem kolumdan tutup babama doğru savuruyor beni.
- Sen ver madem cezasını. Babasısın ya! Oğlun misafirlerin çantalarını karıştırmakla kalmamış bu sefer. Rujlarını da sürmüş. Parfümlerini sürünmüş.
Babam donup kalıyor bir an için. Sonra beni çekip arkasına saklıyor. Oğlunu o büyük tehlikeden, yalnızca annesi tarafından değil, başkaları tarafından da ruj ve kadın parfümü sürmekle suçlanma tehlikesinden korumaya çalışıyor sanki. Ve benim o şiddet karşıtı, sesini yükseltmeye bile çekinen babam, annemin üzerine yürüyüp, suratına bir tokat aşkediyor.
Evet, ne diyordum psikolog hanım? Çarpıp kaçan rüzgarlar gibi demişken… Rüzgar gibi çarpıp kaçarım ben. Ama o beni takip eden velet… Fırtına çıktı mübarek! Elim boş geldim bu sefer. Sabıka kaydım da var artık. Uzunca bir süre elim boş gelirim. Belki de hiç gelmem. Eli boş gelmenin ne anlamı var ki zaten? Belki giderim bu şehirden. İtiraf edin, siz de keyif almaya başlamıştınız. Ne kadar gizlemeye çalışsanız da, merakınızı gözlerinizden okuyabiliyordum. Çantaların içinden neler çıkacağını kimi zaman benden bile isabetli şekilde kestirebiliyordunuz üstelik.
- O güne dönelim mi? Yakalandığınız güne? Tam olarak neler yaşandı o gün? Yaşadıklarınız size neler hissettirdi?
Yere sermiş beni. Diziyle sırtıma basıyor, elimden çantayı söküp alıyor, montumun yakasına asılıp ayağa dikiyor. İtile çekile olay mahalline sürükleniyorum. Çarptığım kadını bakkalın önünde bir tabureye oturtmuşlar, eline plastik bir ayran kutusu tutuşturmuşlar. Ayılıp bayılıyor hâlâ. Yanıp yakılıyor. Beni yakalayan genç, muzaffer bir edayla yanına yanaşıp çantayı uzatıyor. Kadın titreyen ellerle çantayı kapıp içindekileri kontrole girişiyor, eksik var mı diye… Ben boynumu uzatıp kadınla birlikte içindekilere bakmaya çalışıyorum. Bunu farkeden genç bir adam “bak hâlâ” deyip burnuma yumruğu indiriyor. Hemen akabinde bir başkası bacağıma bir tekme savuruyor. Sırtıma bir yumruk iniyor. Derken bir yumruk daha… bir tekme daha… Tekmeler, yumruklar havada uçuşuyor. Yere seriliyorum. Tam “sonum geldi” derken o kadın feryadı.
- İmdaaat. Polis! Adam öldürüyorlar.
Akabinde adamın biri bağırıyor.
- Böyle mi vereceksiniz cezasını? Linç mi edeceksiniz adamı? Adalet var memlekette…
Tekmeler, yumruklar git gide seyreliyor, sonunda duruyor. Gözümü açıp etrafa bakınıyorum sonunda. Beni dövenlerle kurtaranlar dövüşüyor. Daha doğrusu beni kurtaran şiddet karşıtlarının gözleri öylesine dönmüş ki, evire çevire, tekme tokat dövüyorlar beni dövenleri. Öyle fena ki halleri, kalabalığın arasına atılıp ellerinden söküp almaya çalışıyorum zavallıları. Onları bırakıp beni dövmeye başlıyorlar bu sefer de. Az önce beni dövenler imdadıma yetişiyorlar. Birlik olup, beni ellerinden kurtaranları dövüyoruz. Polis yetişmese…
- Bu size ne hatırlatıyor Faik bey?
Psikolog hanım, yeni keşfinden öylesine gururlu ki, sözümü bitirmemi bile bekleyememiş.
Anlattıklarıma gülmemek için zorlanmaktan yaşarmış gözlerini silmeyi bile akıl edememiş.
Üzerinden biraz zaman geçtikten sonra, o gün yaşananları hınzır bir gazetecinin kaleminden okuyunca neden güldüğümü de anlamıştır sanırım.
- Tıpkı çocukluğunuzda babanızdan tokat yiyen annenizin yanında yer aldığınız, onunla birlikte babanıza saldırdığınız gibi… Öyle değil mi?
- Bu sorunuza tek bir şartla cevap veririm psikolog hanım. Şu çantanızın içine bir kerecik bakmama izin verirseniz. Lütfen izin verin artık.
Annem krokodil çantasına uzanıp dizlerimin üzerine bırakıveriyor. Saçı başı dağılmış, ağlamaktan kızarmış gözlerini kaçırmaya çalışıyor.
- Al, istediğin kadar karıştır. Minik çanta da senin olsun. Ama bir şartla. Misafir teyzelerin çantalarına dokunmayacaksın bir daha.
Psikolog hanımın çantasının içinde ilgimi çekecek hiçbir şey yok. Kokusu bile yok çantanın. Ne bir ruj, ne minik bir parfüm şişesi, ne bir tiyatro bileti. O minik bozuk para çantalarından bile yok. Boş bir gözlük kutusu, anahtarlık, cüzdan, buruşturulup tıkıştırılmış bir kağıt peçete. Hepsi bu! Bunca zaman boşuna gelmişim buraya. İlham verememişim ona. İç dünyası, kapısından girdiğim o ilk günkü kadar fakir kalmış.
Sorusuna cevap vermeye bile tenezzül etmedim. Kalktım, veda bile etmeden, kapıyı arkamdan çekip çıktım.