Gazetedeyken havaalanı mesaim yoğun oluyordu.
“Mesai” diyorum zira bana daral getiren ilk üçte yer alıyor o kavram…
Evden çıkış, havaalanına en az yarım saat önceden gidiş (Eğer sabah uçağıysa, o da beni daraltan ilk üçte), havaalanında, havada, yerde bekleyişler-rötarlar… Sigara tiryakisiysen manzaraya dikilen tüy de cabası. (Beklemek ve sigarasızlıkla da darlanma kürsümü özetlemiş bulunuyorum)
Arabalı seyahatle kaçamıyorsam bu eziyetten, sürükleyici bir kitap tek çare.
Yedi, sekiz yıl önceydi sanıyorum, evden pürtelaş çıkarken kitap alamadım yanıma. “Nasıl olsa havaalanından bir şeyler bulurum” diye dert etmedim.
Müşkülpesent bir seçim olmayacak zaten. Bir roman, deneme, öykü kitabı… Bilhassa polisiye, olmadı Stephen King.
Zaman sınırlı, daldım kitapçıya. Hızla göz gezdirdim, aradığım evsafta bir şeyler göremedim.
Ya okuduğum, ya okumak istemediğim yazarların kitapları, ya da sağdan/soldan uçak kaldırmayacak “akıl fikir” eserleri…
“Stephen King’in kitapları nerede?” diye sordum, bir tanecik varmış. O da bir serinin ara kitabı.
Telaşla bakındım, başköşede dünyayı sallayan o meşhur kitaptan düzinelerce duruyor. Grinin Elli Tonu. İnce eleyip-sık dokumaya zaman yok, aldım.
Uçakta arka kapağından başladım göz atmaya.
Kitabın arkasında aynen “Erotik Romans” notu var. Erotik roman değil “romans”… Bir an acaba bebek kitaplarındaki gibi arasında basınca müzik filan çalan, durma iç geçiren bir zamazingo mu var diye düşündüm.
Ardından “Yetişkin okurlar için” ibaresi… Eh, bizim de yetiştiğimiz şeyler oldu şükür, okumanın bir mahzuru yok. Üstelik bu ibare Türkiye’de ilk kez bu kitap için kullanılmış. Herhalde gerek ya da imkân olmadığından “Yetişkin denetçiler için” notunu düşmemişler. İyimser olmaya çalıştığım için, kitabın poşetlenmemesini fikir özgürlüğü açısından bir kazanç olarak değerlendirdim.
Olay İngiltere’de geçiyordu galiba
Okumaya başlayınca önce böyle bir okuma için uçağın yeterince yükselemediğini, sonra birden bire düşebileceğini filan düşünerek canım sıkıldı. Ama 500-600 sayfalık kitabı –hızlı okuma tekniğiyle- 50 dakikalık uçuşta bitirebileceğimi fark etmek, iyimserliğimi korumamı sağladı. “Hızlı okuma kursuna gidip ‘Savaş ve Barış’ı okudum. Olay Rusya’da geçiyordu galiba” diyen Woody Allen’ın kulaklarını çınlatarak, önce paragraf, sonra sayfa atlayaraktan biraz ilerledim. Ve ne halt ettiğimin farkına vardım.
Yanılmıyorsam 80’li yıllarda bir gazetenin (Milliyet diye hatırlıyorum), “En güzel filmler” gibilerinden bir kitap promosyonu olmuştu. Koca, kalın bir kitaptı… Ben de edinmiştim.
Filmlerin oyuncuları ve bir-iki cümleyle konusu özetleniyordu. Hevesle karıştırdığım kitapta, “Aşk Hikayesi (Love Story)” filminin -özetlenmiş- konusu, harfiyen aklımda: “Fakir bir kızla, zengin bir delikanlı âşık olur, evlenir. Kız kanser olur, ölür…”
Hani o iki cümleyi okudun mu, artık filmi seyredemezsin. Ama yiğidi öldür, hakkını yeme… Hasılat rekorları kıran o film de zaten o cümleden ibaret.
“Grinin Elli Tonu”nu da Love Story filmi gibi anaçfikriyle özetleyeyim: “Fakir, masum üniversiteli genç kız, mülti milyoner genç-yakışıklı işadamıyla tanışır. Aralarında ‘efendi-köle’ ilişkisi başlar…”
Love Story özetindeki gibi sonunu söylemeyeceğim. Zaten kız kanser olmuyor, okuyan kanser oluyor bu mevzuda… Sonu filan da yok anladığım kadarıyla; Karanlığın Elli Tonu, Özgürlüğün Elli Tonu diye gidiyor İngiliz yazarın devam kitapları.
Ha, Grinin Elli Tonu deyince, 50 çeşit aşk-meşk, “fantâzi”, Kamasutra çeşitlemeleri filan da yoktu -hızlı hatırlama tekniğiyle- anımsadığım kadarıyla. Marquis De Sade okusa, sıkıntıdan sonunu getiremez.
Ben vermedim, sen vermedin…
Bütün bunları güncel Netflix, sosyal medya tartışmaları aklıma getirdi. Grinin 50 Tonu… Karanlığın 51 Tonu… Sansürün 52 Tonu….. filan diye çalışıyor demek muhayyilem. Tarihî ezberi öyle, ne yapayım.
Sonra biraz araştırdım, Grinin Elli Tonu ve devamı, ne roman, ne de film olarak siyasal otoritenin, RTÜK’ün kancasına takılmamış. Üstelik filmleri Netflix’te, Digiturk’te filan da yayınlanmış.
“Dekolte görüntü” bile ortalığı karıştırabilirken, Grinin, Karanlığın 50 Tonu’nun “serbest” olmasının hışma uğramamasının nedenlerini düşündüm.
Bir kere “O dikkatten”, “O gözden, pertavsızdan” kaçmış olamazdı. Zira dünyada Grinin Elli Tonu’nun fragmanı bile Godzilla’yı, Transformer’ı, Ninja Turtles’ı bilcümle canavarı geride bırakarak, bir haftada 36 milyon kez izlenmişti. Her dilde/gözde okunma/izlenme rekorları kırmıştı. Ötesi fragman müstehcen olduğu gerekçesiyle ABD’de bile sansürlenerek yayınlanmıştı.
Dünyada satışıyla sekiz yıl boyunca ilk üçte yer alan, Harry Potter serisini bile sollayan roman, Türkiye’de de satış rekorları kırmıştı. Kırmıştı ama etrafa sorsan kitaba “göz atan” çoktu da, satın alan hiç yoktu.
Gişe rekorlarını zorlayan filmi de öyle olmuştur muhtemelen; “Ben gitmedim, sen gitmedin, kim aldı onca bileti”… Ki bu seçimler dâhil “her mahrem”de geçerli bir muammadır: “Ben vermedim, sen vermedin, nereden çıktı onca oy?”
Bu verilerin ardından, Türkiye’de o romana-filme pek elleşilmemesini hızlı düşünme tekniğiyle iki sonuca bağladım:
1. Acaba bu durum, kitabın-filmin mevzusunun “İtaat, teslimiyet, köle-efendi” olmasıyla, kadının konumlandırılışıyla ilgili olabilir miydi? (Bazen fesat olabiliyorum).
2. Film serisini izlemedim. Zira kitaptan iyi (yahut kötü) olamazdı. Her halükarda bestbeterdi yani. Nitekim Amerikan sinemasının “en kötülerine” verilen Razzie Awards/Ahududu Ödülleri’ni “kazandı”. Filmin başrol oyuncuları Jamie Dornan ve Dakota Johnson da en kötü oyuncular olarak seçildi. Bu bilgiler de bende, “Acaba çok kötü roman ya da filmler sansür eleğinden otomatikman mı geçiyor yoksa sansür kalite mi arıyor?” hımhımlamasını yarattı. Hani “çok kötüyse zararsızdır” gibilerinden. Bu istifhamım “Otorite kalite düşmanıdır” yargımı da koyulaştırdı.
Tercihime ben karar veririm
Uzatmayayım, finali daha önce bir yazımda etraflıca aktardığım “The People vs. Larry Flynt” filminden getireyim. Sayısız mahkemelerin birisinde, pornografik Hustler Dergisi’ni de çıkartan Larry Flint’i avukatı şöyle savunur:
“Sizi Larry Flynt’in yaptıklarına onay vermeniz, dergisini sevmeniz için ikna etmeye çalışmıyorum. Hustler dergisi benim de hoşuma gitmiyor, ben de sevmiyorum.
“Benim hoşuma giden, hoşlandıklarımıza ve hoşlanmadıklarımıza kendi kendimize karar verebildiğimiz bir ülkede yaşıyor olmak. Hustler dergisini istersem okuyabilirim, hatta istersem alıp çöpe atabilirim ya da hiç almam.
“Ben bu hakkı önemsiyorum, siz de önemsemelisiniz. Çünkü özgür bir ülkede yaşıyoruz. Ama özgürlüğün de bir bedeli var ki, bazen sevmediğimiz şeylere müsamaha ile yaklaşmamız gerekiyor.
“Bazılarımızın müstehcen diye kabul ettiği şeylerin önüne duvar örersek, bir sabah uyandığımızda hiç ummadığımız, beklemediğimiz şeylerle de aramıza duvarlar örüldüğünü görebiliriz. Bu inanın özgürlük değildir.”