Ana SayfaYazarlarKatı gözüken her şey, artık iyice buharlaşırken

Katı gözüken her şey, artık iyice buharlaşırken

 

[3-4 Şubat 2018] Marx ve Engels tâ 1848’de, Komünist Manifesto’da öngörmüşlerdi bunu. Hayır, sosyalizme veya “yaklaşan” (?) işçi sınıfı devrimine ilişkin ütopik fütüroloji denemeleriyle değil. Mevcut duruma, statükoya eleştirel bakışlarıyla. Hep söyledim; bugün çökmüş bulunan gelecek projelerinde değil, asıl bu noktadaydı Marksizmin olanca zenginliği ve yaratıcılığı. Kapitalist modernitenin benzersiz hızı ve değişkenliğinin, değiştiriciliğinin farkına varmışlardı. Bütün âsûde, kırsal, feodal ve patriyarkal ilişkileri, diyorlardı, yerle bir eder. Ne mertlik ve şövalyelik dinler, ne sulu duygusallık, ne de dinsel vecd ve istiğrak.Yavaşlığa, hantallığa, tembelliğe yaşam hakkı tanımaz. Bütün eski üretim tarzlarını ezer ve çözer. Varolabilmek için teknolojiyi ve üretim sürekli yenilemek zorundadır ki, bu da toplumsal koşulların habire değişmesini beraberinde getirir. Bütün sabit, donmuş ilişkileri silip süpürür. Saygın ve geleneksel görüşleri çöp sepetine atar; yenilerini ise şimşek hızıyla zamanaşımına uğratır. “Katı olan herşey buharlaşır” (All that is solid melts into air) ifadesi, bu çok canlı pasajın bir bakıma özeti ve doruğudur.

 

Kapitalizmin yıkıcı ve yaratıcılığı, ya da “yaratıcı yıkıcılığı” (creative destruction) fikri, daha sonra (Marksizmden Nasyonal Sosyalizme doğru evrilen) Werner Sombart’tan geçerek, (Avusturya kökenli Amerikalı iktisatçı) Joseph Schumpeter’e ulaşır. Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi’sinde (Capitalism, Socialism and Democracy, 1942) Schumpeter, hem “yaratıcı yıkım fırtınaları”nın zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu, kapitalizmin “sarsıntılı” yürüyüşünün de buradan kaynaklandığını savunur. Döngüsel krizleri, ekonomik büyüme ve depresyon aşamalarının birbirini izlemesini de buraya bağlar (bu yönüyle Schumpeter neo-liberal bir serbest piyasacı gibi durur). Fakat hem de bu çelişki veya gelgitlerin giderek şiddetlenip kapitalizmin çöküşüne yol açacağında Marx’la buluşur. Schumpeter’den kırk yıl sonra ise “katı olan herşeyin buharlaştığı” fikri, Marshall Berman’ın ünlü modernite incelemesine temel teşkil eder: All That is Solid Melts into Air (1982). Marx ve Engels’in çarpıcı gözlemini, bu kitap akademik dünyaya ve kültürel sosyolojiye âdetâ yeniden kazandırır.  

 

                                                                     *          *          *

 

Şimdi nereden mi çıktı bütün bunlar? Neredeyse 24 saat içinde birkaç yazı peşpeşe geldi, üstüste bindi sanırım. (a) 2 Şubat 2018 (Cuma) günü BBC, Jonathan Marcus’un Syria war: Why Turkey's battle for northern Syria matters (Suriye savaşı: Türkiye’nin kuzey Suriye mücadelesi niçin önemli?) başlıklı, dikkatli ve dengeli bir analizine yer verdi. ABD ordusundan bir sözcünün kuzey Suriye’de güvenliği sağlamak için çoğu Kürtlerden oluşan bir sınır gücü kurulacağına dair açıklamasıyla yapılan “mesaj hatâsı”nın (poor messaging) Ankara açısından bardağı taşıran damla olduğunu kaydeden Marcus, Amerikalıların daha sonra zararı asgariye indirmek uğruna bu sınır güvenlik kuvveti fikrinin hiç de yeni olmadığını tekrarlamalarına karşın, Trump yönetiminin resmî sözcüleri ile bölgedeki ABD komutanlarının farklı tellerden çaldığını belirtmekten de geri durmuyor. Askerler, diyor, Kürt müttefiklerine desteğin süreceğini vurgularken, Washington’daki yetkililer oldukça gergin ve tedirgin bir şekilde hem Kürtlerle aralarına mesafe koymaya, hem de Türkiye’ye “itidal” telkin etmeye çalışıyor. Amerika açısından çok rahatsız edici bir durum, NATO müttefiki ile Suriye’deki en önemli müttefiki arasındaki bu şiddetli çatışma. Zira IŞİD’in salt askerî bakımdan büyük ölçüde yenilmesinin ardından, “Washington’ın dikkati yön değiştirmekte. Bölgedeki yeni örgütsel ilkesi, İran’ın kısıtlanması ve engellenmesi…” (IS may be largely defeated in purely military terms, but Washington's attention is shifting. Its new organising principle in the region is the containment of Iran). ABD gerek Esad rejiminin ülkenin tamamına egemen olmasını, gerekse Rusya’nın bütün diplomatik kozları elinde toplamasını önlemek açısından Kürtlere muhtaç. Ama aynı nedenle Türkiye’ye de muhtaç değil mi? Marcus bu soruyu sormuyor gerçi. Ama Türkiye’nin kuzey Suriye’de ne olup bittiğine dair gerçek güvenlik endişeleri olduğunu ve ABD’nin de bunları bir ölçüde teslim etneye çalıştığını ifade ediyor (Turkey has genuine security concerns about what happens in northern Syria, which the US has tried to acknowledge).   

 

(b) Jonathan Marcus’la aşağı yukarı aynı sırada, Cengiz Kapmaz’ın Serbestiyet’teki yazısında da ağırlık İran faktörü üzerinde. Kapmaz’a göre Amerika, Türkiye’nin Afrin operasyonunu kısmen kolaylaştırmak, kısmen de sınırlamak yoluyla hem Türkiye’yi ve hem de PKK-YPG’yi asıl amacı olan İran karşıtı bir koalisyona dahil etmeyi umuyor. Hattâ öyle ki, bunun arkasından yeni bir “barış süreci” zorlaması bile gelebilir kanısında (bkz ABD Afrin’den nasıl bir fayda devşirebilir?, 3 Şubat 2018). 

 

(c) Sonuncusu ama herhalde en önemlisi, gene bu satırları yazmaya başladığım aynı 3 Şubat (Cumartesi) günü, David Kirkpatrick’in New York Times’da yayınlanan çok çarpıcı dış politika haber-yorumu. Başlık neredeyse her şeyi söylüyor (fâş ediyor) zaten: Secret Alliance: Israel Carries Out Airstrikes in Egypt, With Cairo’s O.K. (Gizli İttifak: İsrail’in Kahire’nin Onayıyla Mısır’da Sürdürdüğü Hava Saldırıları). Kirkpatrick’in bu konuda yazdığı kitap Ağustos ayında yayınlanacakmış; ancak makalesinin, en önemli bulgularını içerdiği anlaşılıyor. İşin özeti şu: Mısır topraklarında, Sina çölünün kuzey kesimlerinde yerleşip kök salan Ansar Beyt-ül Makdis gibi cihatçı grupların giderek tırmanan terör saldırılarıyla Mısır polisi ve ordusunun baş edememesi üzerine, 2015’ten itibaren İsrail silâhlı kuvvetleri devreye girmiş. Son iki küsur yıl boyunca, İsrail savaş uçakları, helikopterleri ve İHA’ları, Cumhurbaşkaı Abdülfettah el-Sisi’nin bilgisi, izni ve onayıyla, Mısır hava sahasında ve Mısır topraklarına karşı 100’den fazla saldırı gerçekleştirmiş. Obama döneminden beri bütün olaydan haberdar olduğu anlaşılan, ancak şimdiye kadar hemen hiç konuşmayan üst düzey Amerikalı yetkililere göre, bu hava saldırıları çok uzun bir militan liderler listesinin tek tek canını almış. Gerçi yerlerini başkaları almakta gecikmemiş, ama cihatçılar geri çekilmeye ve hedef küçültmeye zorlanmış. Artık yol kesmeye, kontrol noktaları kurmaya veya belli toprakları üs edinmeye cüret edemez hale gelmişler. Bunun yerine, Sina’da yaşayan Hıristiyan toplulukları, Nil vadisindeki kiliseleri veya (Kasım 2017’de yaptıkları gibi) “sapkın” saydıkları Sufî cemaatleri hedef almaya koyulmuşlar. — Madalyonun diğer yüzünde her iki taraf,  İsrail’in rolünü kendi toplumlarından titizlikle gizlemiş ve gizlemeye devam ediyor. Cihatçı hedeflerini vuran İsrail İHA’ları tamamen işaretsiz, anonim. İsrail jetleri ve helikopterlerinin üzerindeki işaretler de itinayla örtülüp maskeleniyor. Hattâ birçoğu çok dolambaçlı rotalar izleyerek kuzey-doğudan değil batıdan, Mısır’in içlerinden geldikleri izlenmini uyandırmaya çalışıyor. İsrail’de askerî sansür, söz konusu hava saldırılarının haber olmamasını, kamuoyuna yansımamasını sağlıyor. Mısır’da ise bu esrarengiz hava saldırılarının aslında nereden geldiğini sadece Sisi’nin çok yakınındaki, dar ve küçük bir asker ve istihbarat çevresi bilmekte. Mısır hükümeti Kuzey Sina’yı yasak bölge ilân ettiğinden, buraya hiçbir gazeteci giremiyor ve bilgi toplayamıyor.

 

Bir bakıma bütün bunlara şaşmamak gerek. Zira bu yakınlaşmanın uzun bir arkaplanı var. David Kirkpatrick, üç kere birbirleriyle savaşmış olmalarına karşın, 1978’deki Camp David anlaşmalarından bu yana Mısır ve İsrail generallerinin zaten giderek yakınlaştığını hatırlatıyor. İsrail’in, Hamas denetimindeki Gazze Şeridi’ne karşı uyguladığı ablukaya Mısır güvenlik güçleri destek oluyor. İki ülkenin istihbarat servisleri, uzun süredir militan gruplara karşı işbirliği içinde. Arap Baharı’nın Muhammed Mursi’yi başkanlığa getirmesiyle endişelenen İsrail yöneticilerini, o sırada savunma bakanı olan Sisi’nin 2013 darbesi rahatlatıyor. Darbeye ilk İsrail kucak açıyor ve (Kirkpatrick’e göre) Washington’a kabul ettiren de gene İsrail oluyor.

 

İlk defa 2013’ün Ağustos ayında, yani Sisi’nin iktidarı ele geçirmesinden birkaç hafta sonra, Kuzey Sina’da meydana gelen iki esrarengiz patlamada beş militan öldüğünde, Sisi’nin sözcüsü Albay Ahmet Ali, bunun (Mısır’ın verdiği istihbarat sonucu) bir İsrail İHA’sından atılan füzelerle gerçekleştiğine dair söylentileri, “bu tür iddialar tamamen gerçek dışıdır, akıl ve mantığa tümüyle aykırıdır” sözleriyle reddediyor. Nedir, burada “akıl ve mantık” ile kastedilen? Kuşkusuz, iki ülke arasında (ya da genel olarak İslâm âlemi ile İsrail arasında)  süren veya sürdüğü varsayılan ideolojik düşmanlık. Bu yüzden, demeye getiriyor Mısırlı albay, işbirliği yapıyor olamayız. Esasen her iki taraf da bu kutuplaşmanın söylem kalıplarına uymaya özen gösteriyor. Sisi açısından bu, kendi halkını kızdırmamak için zorunlu. İsrail açısından da Sisi’yi açık düşürmemek ve Mısır’ın “istikrar”ını korumak için zorunlu. Fakat sathın altındaki işbirliği son derece gerçek ve (Kirkpatrick’in sözleriyle) “bölgenin siyasal yaşantısının sessiz sedasız yeniden şekilleniyor olmasının şimdiye kadarki en dramatik kanıtlarını” sunuyor (the most dramatic evidence yet of a quiet reconfiguration of the politics of the region). Devlet çıkarları eski dinî ve ideolojik ayrışmalara giderek ağır basıyor. Politik İslâm, cihatçılık, IŞİD/DAEŞ ve nihayet İran gibi ortak düşmanların sahneye çıkması, birçok Arap ülkesini giderek İsrail ile aynı mevzilere çekiyor. Ama resmî sözcüleri ve haber kanalları, kamuoyu önünde Yahudi devletini lânetlemeye devam ediyor.

 

                                                          *          *          *

 

Başta da söylediğim gibi, bu öykünün bir bölümü, “katı gözüken her şeyin buharlaşması”yla ilgili. Marx ve Engels gibi Marshall Berman da, modernitenin kaypaklığını daha çok ekonomik, sosyal ve kültürel düzeyde irdeliyordu. Politika her zaman bu kadar değişken olmadı, 1848’den bu yana. Hele 1945-1990 arasındaki Soğuk Savaş boyunca, görece sabitlendiğinden bile söz edilebilir. Ne ki, son otuz yıl, belki özellikle de son on veya on beş yıl, siyaset alanında da belirsizlik ve akışkanlığı doruğa çıkardı. Ve uluslararası ilişkilerde (diyelim cihatçılık ile Mısır-İsrail arasında, ya da Amerika ile Rusya arasında) gerçekten “tutulabilecek” takım veya taraf bırakmıyor.

 

Türkiye’de özellikle 2011-12’den itibaren yaşadıklarımızı, “büyük resim” (the big picture) açısından, bu erime ve çözülmelere karşı bir tepki olarak yorumlamak mümkün (güvensizliğe karşı güvenlik devleti). Fakat sahi, Türkiye neresinde duruyor bu yeniden mevzilenişlerin? İran karşıtı ve Amerika-İsrail destekli bir Suud-BAE-Mısır cephesi, geliyor üstümüze üstümüze. Esasen Kudüs meselesindeki isteksizliklerinden (ve Ankara’nın diplomatik başarılarının son tahlilde geçici kalmasından) da belli oldu. Peki, kaçıp sığınacak yer var mı şu Ortadoğu’da? Ve hakikaten, özellikle ABD’nin Afrin’e rıza göstermesinin bedeli ne olacak? (Gürbüz Özaltınlı’nın sorusunu da hatırlatabilirsem, meselâ Kürtlerle barışmanın maliyetinden az mı, çok mu olacak?)

 

 

- Advertisment -