Türkiye’yi realist perspektiften ziyade niyetsel perspektifle analiz edenlerin sıklıkla seslendirdikleri bir tez var: Türkiye sorunlarını ancak daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük seçeneğine yönelerek atlatabilir.
Bu formülasyon örtülü olarak içinde şu yargıyı barındırır: Yaşanılan sıkıntılar ülkenin demokratik olmamasından kaynaklanmaktadır.
Hayat felsefesini özgürlükçü, çoğulcu bir paradigma üzerine inşa eden hiç kimse, bu tezin karşısına “hayır” diyerek dikilemez.
Ancak Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıları daha farklı okuyan tezler de var. Bu tezlere göre, demokrasi standartlarının evrensel düzeyi yakalayabilmesi için yapılması gereken daha pek çok şey olduğu, doğru bir yargıdır. Ancak, çok ciddi ve şiddet ve kaosu haklı kılacak boyutta demokrasi ve özgürlük eksikliklerimiz olduğu iddiası, doğru bir yargı olarak mütalaa edilemez.
Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılar demokrasi eksikliğinden değil, kuşatma altına alınmasından kaynaklanmaktadır.
Birinci tezi savunanları idealistler, ikinci tezi savunanları ise kaygılılar olarak genelleyebiliriz.
İki tezin sunduğu kanıtlar
“Türkiye kuşatma altında” tezine inanmamızı isteyen kaygılılar, son altı yılda meydana gelen gelişmelere şöyle bir göz atmamızı salık veriyor:
7 Şubat (2012) MİT krizi, MİT tırları baskını, 17-25 Aralık (2013) operasyonları, Kandil’in çözüm sürecini bitirmesi, Temmuz 2015’te yeniden “devrimci halk savaşı” ilânı, hendek-barikat savaşları, sık sık patlayan bombalar, ölüm yağdırmak için sıraya giren örgütler, peş peşe taranan kahvehaneler, yurt dışında kurulan bir internet sitesinde ülkenin tüm yurttaşlarına ait kimlik, adres ve banka bilgilerinin paylaşılması, 15 Temmuz’da gerçekleşen askeri darbe denemesi, ardından Rusya büyükelçisinin kameralar önünde kurşuna dizilmesi…
Bu teze itiraz eden idealistler de şu somut gelişmelere göz atmamızı bizden istirham ediyor:
147 gazeteci, 10 HDP’li milletvekili, 75 belediye başkanı tutuklandı. Kayyum atanan belediye sayısı 20’yi geçti. On binlerce kişi kamu kurumlarından uzaklaştırıldı. Uzaklaştırılanlar içinde sadece FETÖ üyeleri yok. Sendikacılar, farklı fikir beyan edip hükümeti eleştiren öğretim üyeleri, öğretmenler de var.
Sonuç, “ben sebebim” diyemez
İki farklı tezin ileri sürdüğü somut olgular kategorisini, tezlerin felsefesinden farklı olarak birbiriyle bir etkileşime soktuğumuzda, ortaya şu sonuç çıkıyor.
“Türkiye kuşatma altındadır” tezinde sıralanan olgular sebep (birinci grup), “sorunları özgürlüklerin azlığı doğurdu” tezinde ifade edilen olgular (ikinci grup) ise sonuçtur. Bu durumda sonuç, ben sebebim diyemez. Derse, olguların oluşma hakikatine aykırı davranmış olur.
İki kategorinin birbirini etkileme formları ise “doğru sandığımız yanlışlarımız” olabileceğini söylüyor. Kaygılıların sıraladığı sonuçları ortadan kaldırmaya karar verdiğimizde, idealistlerin sıraladığı sonuçlar oluşuyor. İdealistlerin haklı olarak sitem ettikleri sonuçları yaratmamak için hassas davranıldığında, bu kez de kaygılıları endişelendiren faktörleri kontrol altına almakta bir zafiyet doğuyor.
Bu ilginç diyalektik ilişki, dışarıya, yeni yapının eski yapı üzerinde inşa edildiği yönünde yanılsamalı bir görüntü verdirtiyor. “Tarih tekerrür mü ediyor” tartışmasının görelileşmesinin temel nedeni bence bu.
Kısacası, daha fazla demokrasi, sonucu doğuran sebepleri ortadan kaldırmıyor. Demokrasi ile kaldırdığını düşündüğünüz sonuç, sebebe bağlı olarak yine oluşuyor.
Neden-sonuç ilişkisinin tutarlılık testi
Ne demek istediğimi somut problemler bağlamında daha anlaşılır kılabilirim diye düşünüyorum.
Kürt sorununu ele alalım. Kürt sorunu bir neden-sonuç ilişkisi değil mi? Şu realiteyi kabul ediyorum: Kürt sorununda bir uzlaşma, güvenlik zafiyetini yüzde 80 oranında azaltır. Ancak mümkün mü? Uluslararası güçlerin niyetleri, bu güçlerin Türkiye’yi kuşatma amaçları doğrultusunda araçsallaşan Kürt özneleri varken, sadece demokratikleşme bu özneleri tatmin edebilir mi? O yüzden, Kürt sorununda demokratikleşmenin değil şiddetin dönüştürücü dinamik olarak tercih edildiği bir süreci (bir tür “askeri müzakere” sürecini) yaşamıyor muyuz?
Şimdi de sebep-sonuç ilişkisini ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlayıcı uygulamalar bağlamında ele alalım. İfade özgürlüğü kısıtlamaları da mı Türkiye’nin yaşadığı kaosta hiç etkili değil? Ne ki ben, kendisini ifade edemediği için şiddete sarılan bir aktör göremiyorum ortada. Ayrıca ifade özgürlüğünü kısıtlayan uygulamaların derecesi de, tek başına (amacını aşan pratikler de dahil) istikrarsızlık ve şiddet üreten belirleyici bir fenomen özelliği taşımıyor.
Ya HDP’nin başına gelenler? HDP 80 milletvekili ile meclise girdi. Yani kendisine bu olanağı sunan bir özgürlük vardı. Özgürlüğe rağmen şiddet ile arasına mesafe koyamadı. Bunun kendisine yansımalarını yaşıyor. PKK derseniz, o zaten 39 yıldır var. Unutmayalım ki HDP’nin Meclise girmesi, PKK’nin şiddete başvurma iradesi ve azminde de bir değişiklik yaratmadı.
Peki ya modernite-gelenek ayrışması? Eğer toplumda farklılık ve çoğulluğa saygı talebi onur mücadelesi gerektirecek boyutlara varsaydı, bu farklılık ve çoğulluklar en çok bu ortamlarda birbirine girerdi.
Daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük tabii ki ısrarımız olmalı. Lâkin Türkiye’nin yaşadığı sıkıntılardan çıkışın tek reçetesi olarak ileri sürülmesi, evet, kağıt üzerinde daha fazla özgürlük getirir, ancak istikrar getirmez. Çünkü demokrasiden uzaklaşıldığı için demokrasi zemini kaybedilmiş değil. Demokrasi için olmazsa olmaz olan güvenlik zemini tahrip edildiği için, demokratikleşme yerine koruyucu güvenlik politikalarına öncelik verilmiş bulunuyor.
“Önceliğimiz ülkenin varlığını korumaktır” diyen kaygılılar ile “önceliğimiz özgürlükleri sağlamaktır” diyen idealistleri ortak noktada buluşturacak daha ufuk açıcı bir tartışmaya ihtiyacımız var.