Ana SayfaYazarlarKayıtlarımızda böyle bir zevke rastlanmadı

Kayıtlarımızda böyle bir zevke rastlanmadı

Ali Rânâ Atılgan

 

“Okul daha kurulmamıştır, değil mi abi?” Ses tellerinin âhenkli kıpraşması için biraz daha talim gerekiyordu. Sabahları bu telleri germek için biraz öksürmek, ya da bazı cümleleri tekrarlamak gerekiyor, değil mi? Çocuklar için de böyle galiba; unutmuşum. “Abi” hitabında bir sakınca bulamadım elbette. Acaba “okul” mu, yoksa “kurulma” kelimesini mi yanlış anlamıştım? Doğru, her zamanki saatten çok daha erken düşmüştük yola, gece bizde kaldığı için. Tekrarlatmaya karar verdim. Yüzüne baktım. Tam ağzımı açacakken, konuyu değiştirdi.

 

Aramızda henüz başlayamamış muhabbetin arka planında, radyoda Almanya’nın bir haber kanalından gündelik haberler ve onlara ait yorumlar vardı. Küçük sınır şehirlerinden birinde bulunan orta boylu mağazalardan bir tanesinin sahibi konuşuyordu. Önce adamın biraz telâşlı bir üslûpla, uzun kelimeleri peşisıra ekleyerek yaptığı konuşmanın başını duyuyorduk; sonrasında bu ses alçalırken, munis ve masalsı bir sesle arkadaki heyecanı yenen çeviriyi. Sınır denetlemelerinin artması nedeniyle, geçiş yolu üzerinde uzun kuyrukların oluştuğunu; bu kuyrukların insanların yer değiştirme arzusunu ve dolayısıyla mağazanın satışlarını ciddi miktarlarda azalttığını dinledik.

 

“Niye kendi oturdukları yerden almıyorlar da, başka bir yere gidiyorlar” dedi. İlk soruyu söndürmeden ikinciyi yakınca, acaba bu bir alışkanlık mı diye düşünmeye başladım. Bir semtten diğerine, “henüz kurulmamış” pazar meydanına, meyve ve sebzelerin en tazelerini seçmek için giden babaannem geldi aklıma. Veledin annesi arabayı kullanırken, babası önde annesinin yanında oturuyordu. İkisi de ikinci soru için mâkul açıklamalar yaptı. Dinledi. Tatmin olduğunu hissettirdi. Ama kontrol noktalarına takılmamıştı ufaklık; neden kontrollerin arttığına da. Belki gittiği alışveriş merkezlerine girerken yapılan kontrolleri düşündü. Eh, zaten bir yer “bitince” diğer yer başlar; cadde “biter” alışveriş merkezi başlar. Yeni bir yer başladığında birileri bizi karşılar; özel hazırlanmış kapılardan geçeriz. Kendini bildi bileli böyle kontrollerle yaşıyor; alışmıştır belki. Güvenlik görevlilerinin olduğu bir sitede yaşamıyor. Eve henüz tanışmadığı birisi gelince böyle özel bir kapıdan geçirmek istiyor mu acaba?

 

İlk soru, ilk soru diye içimden geçirdim. Aklım kalmıştı bu “kurulum” meselesinde. Ne annesi, ne de babası bu konuyla ilgilenmediklerine göre, soruyu yanlış anlayan bendim. Ya, yanlış anlamadıysam? Okul, her sabah yeniden kurulan bir şeydi belki. Herkes belli bir saatte oradan ayrıldığına göre, ayrılırken bir şeyleri derleyip topluyorlar, sonra ertesi gün yeniden yapıyorlardı. Toplu halde gidip toplu halde ayrıldığınız bir yer varsa; siz yoksanız, orasının da olmasına gerek yoktu. O zaman, içinde bulunduğunuz halindekinden farklı bir şekilde de var olabilirdi o mekân. Belki sık gittiği alışveriş merkezlerini de böyle düşünüyordu. Belli bir saatten önce giremezdik içeri, çünkü “kurulması” gerekiyordu. Konuyu açmak için iştahım kabardı. Önünden akan kaldırıma oyuncakları sarmaşık gibi dolayan kırtasiyenin, her gün yeniden ne kadar zamanda kurulduğunu biliyor muydu?

 

Balçık haline gelmiş trafik selindeki komşu arabalardan birinde arkadaş bulduğunu farkedince bıraktım veledin peşini. Hergün, tekrar tekrar yapageldiğimiz işlere başlamak için ne kadar hazırlandığımızı düşündüm. Bir pazar yerinin kurulmasından daha mı az vakit harcıyorduk, uyanmak ile yapageldiğimiz işe başlamak arasında? İki saat mi, biraz daha fazla mı yoksa? Üstelik hergün, üstelik aynı mekânlar arasında. Belki de özel insanlardan birisiniz; uyanır uyanmaz kuruluyor sizin için dünya. Uyanır uyanmaz, hemen tekrar düşünmeye, tekrar yazmaya başlıyorsunuz. Böyle değilse, bakkalın mekânına varması; kepenklerini açması; içeriden sergilemek istediklerini dışarı çıkarması; dükkânının önüne toptancıdan gelen malları içeri taşıması; kasasını başlatması gibi kurulum işlemleri ile güne başlayacaksınız demektir. Öylesine alışmışım ki, bire bir aynı olmasa da, çok benzer işleri hergün yaparak kendime yeni bir gün kurmaya, nasıl bir ritüeller zinciri ile yeni bir gün pişirmeye başladığımın farkında değilim.

 

Gündelik hayatımızda, çoğu kez hemen hergün şikâyet ederek kanıksadığımız neler var? Masamızın bir yerine iliştirdiğimiz; çantamızın bir yerine gömdüğümüz; yapmaktan hicap duyduğumuz bir işi bize sürekli hatırlatan kağıdı takmadığımız gibi mi bu şikâyetler? Hem şikâyet ediyoruz, hem de şikâyet ettiğimiz bu duruma biraz da alışarak, uyum sağlayarak mı yaşıyoruz? Teknoloji ile yatıp kalkıyoruz, ama “kurulum” vaktimiz gittikçe uzuyor. Güvenlik, bıraktım sanal ortamdaki seyahatleri, fiziksel olarak yapacağımız yer değiştirmeler sırasında, daha fazla ve farklı sayıda insanla iletişime geçmemizi köstekleyecek önlemler dizisi haline geldi, geçiyor. Yukarıdan aşağıya düzenlenirken, insanın doğuştan zayıf, kusurlu olduğu ve bencil olacağı varsayımlarıyla kurgulanan muhtelif uzunluktaki manzûmeler; aşağıdan yukarıya şekillenebilecek, diğer insanların iyiliğine gönlümüzün yatkın olabileceği iddiasıyla bir yerde buluşamıyor. Bu buluşamama, bir değişimin eşiğinde olduğumuzu söylüyor bana; neredeyse eş zamanlı, dünya üzerindeki bütün kültürleri topyekûn etkileyebilecek bir değişim.

 

Değişimlerin ne zaman olup bittiğini, özellikle de içindeyken, sonradan geriye dönüp seyretmeye şans bulamadığımızda süzebilmemiz zor oluyor. Bir müzisyen tek tek insanlara ısmarlama müzik yapmaktan vazgeçip, tam tersine bir sürü insanı ortak bir mekâna toplayarak müziğini orada satmayı akıl edebiliyor; diğerleri öyle veya böyle, bir şekilde takip ediyor. Şimdilerde hangi yazılım yardımıyla, hangi uygulamayla, ne kadar bir ücretle müzik dinliyoruz? Kaç değişik geçiş yaşadık Handel ile “spotify” arasında? Tiyatroda, trajedilerde, “ah, bu şunu görseydi; yok, o bunu bilseydi halledilirdi anlaşmazlıklar” kanonundan, “anlaşmazlıklar kaçınılmaz olarak var” hâlet-i ruhiyesine geçildiğinde, klasik dönemden romantik döneme taşındık diyor bir filozof. Bir devirden diğerine nasıl, niçin geçildiğini çözümlemek için, Isaiah Berlin trajedilere, Jacques Attali müziğin evrimine bakmayı düşünmüş. İkisi de, bizlerin ortaklaşa kullandığı bir alanda, tamamen insanın yarattığı sosyal gerçekliklerin, paylaştıkları zevklerin nasıl dönüştüğüne bakmış.

 

Hergün kendini yeniden kurmanın telâşı ile tam idrak edemeden kabullendiğimiz normları ayıklıyorum. Bir zaman önce başka bir kültürde yaşandığını anlatsalar dudak bükeceğimiz davranışları, gündelik hayatın içine usulca ama elbirliği ile kodladığımızı izliyorum. Bir grup insan kodladığında, artık diğerine de hızlıca sirâyet edebiliyor. Diğer taraftan, gerek sanal, gerekse fiziksel olarak bizleri hâlâ bir araya toplayabilecek zevkleri gözlüyorum. Arıyorum. Bazen bulduğumu düşünüp, kolları sıvayıp, başlıyorum bir tema üzerinde çalışmaya. Derken, onunla birlikte raksettiğini hissettiğim başka bir fikir üzerinde deney tasarlıyorum. Zevkleri iş edindim; bende ümit biter mi?

 

- Advertisment -