Ana SayfaYazarlarKendileri gidemeyen liderlerin hazin gidişleri ve Kılıçdaroğlu

Kendileri gidemeyen liderlerin hazin gidişleri ve Kılıçdaroğlu

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) geçtiğimiz şubat ayında gerçekleştirilen büyük kurultayını; özellikle de iki genel başkan adayının (Kemal Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce) konuşmalarıyla o konuşmalara verilen tepkileri dışarıdan izleyen birinin, sonucun Kılıçdaroğlu lehine tecelli ettiğine inanması hiç kolay değil.

Bu şaşkınlığı yaşamış biri olarak kurultaydan sonra kaleme aldığım yazıda şöyle demiştim (Serbestiyet, 8 Şubt 2018):  

“Halen partinin başında olan birinci aday, yedi yıldır girdiği bütün seçimlerde yenilmiş, partisinin oy oranını bile artıramamıştır. Delegeler, dışarıya farklı konuşsalar da, kendi kendileriyle konuştuklarında bugün seçim olsa partinin oy oranının yine aynı olacağını söylemektedirler.

“İkinci aday ise denenmemiştir, fakat en azından delegelerin büyük çoğunluğunda ‘onunla olabilir’ duygusu yaratmıştır.

“Yani ‘imkânsız’la ‘olabilir’ yarışıyor ve sonuçta ‘imkânsız’ kazanıyor.

“Böyle bir şey nasıl olabilir? Çoğunluğu doğduğu günden beri iktidar yüzü görmemiş bir partinin delegelerinin ‘bununla iktidar olabiliriz’ diye düşündüğüne değil de ‘bununla imkânsız’ diye düşündüğüne oy vermesine yol açan şey ne olabilir?”

 

Zamanı gelmiş bir fikir: İstifa

 

O günden bugüne çok şey değişti. Muharrem İnce’nin CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olmasından sonra sergilediği performans ve seçimlerde aldığı oy oranı, kurultaydaki ‘bununla olabilir’ şeklindeki ihtiyatlı iyimserliği ‘bununla olacak’ inancına dönüştürdü.

Artık bu noktadan sonra onun önünün delege oyunlarıyla kesilmesi mümkün olamaz.

İstifa etmek, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için zamanı gelmiş bir fikir… Kılıçdaroğlu şayet bunu idrak edebilirse ‘izzet ü ikbal’ ile köşesine çekilebilir, aksi takdirde kendileri gidemeyen liderlerin hazin sonucuna o da katlanacaktır.

 

Maziye bir bak, göreceksin…

 

2016 Nisan’ında, Al Jazeera Turk’te, Türk siyasetinde “kendileri gidemeyen liderlerin hazin gidişi”ni ele alan (ki başlığı da öyleydi) bir yazı kaleme almıştım (o yazının vesilesi Kemal Kılıçdaroğlu değildi).

Yazının sunuşu şöyleydi:

“(…) Gerçekten de: Hiçbir seçim yenilgisi liderlerde ‘istifa’ sözcüğünü çağrıştırmıyor; bu yenilgilere yaşlılık gibi, hastalık gibi ‘istifa’yı telkin eden katalizörler eşlik etse de sonuç değişmiyor.

“Bu yazı, ‘gidemediği’ için ‘gönderilen’ siyasi liderler bahsi açıldığında hemen akla gelen dört ‘çınar’ (Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş) üzerinden kısa bir hafıza tazelemesi amacı taşıyor.”

Böyle demiş ve ardından onların nasıl direnip nasıl gittiklerini özetlemiştim.

Bugünlerde idrak ettiğimiz CHP ve Kılıçdaroğlu örneği, bana o hafıza tazelemesini bir kez daha tekrarlamayı telkin ediyor.

Yazının bundan sonrasında bunu yapacağım; yani aşağıda okuyacağınız bölüm, Al Jazeera Turk’te yayımlanan o yazının ilgili bölümlerinden oluşuyor.

 

Hep o şarkı: Halka hizmet

 

Artık epeyce tecrübe birikti ve şunu rahatça söyleyebiliyoruz:  Gidemeyen, gitmesini bilmeyen siyasi liderlerin tümü, bu tercihlerinin ‘kişisel’ değil ‘kamusal’ olduğunu; kendilerinin siyasete ihtiyaç duyduğu için değil, siyasetin onlara ihtiyaç duyduğu için ‘hizmet’e devam etmek istediklerini söylüyorlar. Yani ısrarlarının bir ‘çıkar’ meselesi olarak değil bir ‘fedakârlık’ meselesi olarak görülmesini istiyorlar. (Süleyman Demirel’in, 12 Eylül’deki yasaklamanın ardından yeniden siyaset yolu açıldığında sarf ettiği ünlü cümle: “Kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim.”)

‘Çıkar’ deyince akla maddi menfaatler gelmesin; yönetiyor olmanın, iktidar duygusunun sağladığı manevi ‘çıkar’lardan söz ediyor ve bu rezervle söylüyorum: Bir türlü gidemeyen siyasi liderler, iddialarının tersine, esasen ‘kendileri için’, ‘kendi çıkarları için’ gitmiyorlar, gidemiyorlar.

2009 yılında kaleme aldığım portresinde Süleyman Demirel için söylediklerim, benzer siyasetçiler için de geçerliydi, aynısına bugün de inanıyorum:

“Memleket için çalışmak… Siyasetçilerin kişisel zaaflarını örtmek için başvurdukları bu klişe, hiçbir siyasetçinin ağzına, etrafında kendine hayran insanların bulunmadığı koşullarda yaşadığını hissetmeyeceğine emin olduğum Süleyman Demirel’den daha fazla yakışmazdı.”

“Tümüyle yalnız kalmayı göze alamayan (bu arada tavuk yetiştirmeyi küçümseyen), bunu bir kâbus gibi algılayan her meslekten, her sosyal düzeyden insan her türlü zillete hazırlıklı olmalıdır. (…) Biz, büyük insanların büyük tercihlerini büyük idealleri doğrultusunda yaptıklarına inanırız, oysa hiç doğru değildir bu. Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanlığı’nın beş yıl daha uzatılmasına, onu destekleyen basının ‘Baba’dan sonra kaos’, ‘Süresi uzatılmazsa Türkiye batar’ manşetlerine inandığından (söylemeye gerek yok, basın da inanmıyordu buna) ‘he’ demedi. İşsiz kaldığında ne yapacağını bilemediği için, bundan ‘tavuk yetiştirmeyi’ göze alamayacak kadar korktuğu için ‘he’ dedi.”

 

Dört ‘çınar’

 

Türkiye’nin 1970’lerinde, 1980’lerinde ve 1990’larında dört temel siyasi akımın liderliğini hep aynı siyasetçiler yürüttü: Süleyman Demirel (sağ), Bülent Ecevit (sosyal demokrat-sol), Necmettin Erbakan (İslamcı) ve Alparslan Türkeş (milliyetçi).

Bu dört siyasi lider arasında en erken Alparslan Türkeş öldü.  Öldüğünde 80 yaşındaydı ve siyasetten kendi isteğiyle çekilebileceğine dair hiçbir emare yoktu… Süleyman Demirel 76 yaşında ikinci kez cumhurbaşkanı seçilmek için hamle etti, olmadı… Bülent Ecevit 81, Necmettin Erbakan 85 yaşında siyasetçi olarak öldüler.

Gelin şimdi de bu dört ‘gidemeyen’ liderin ‘gönderilişlerinden’ bazı sahnelere kısa kısa bir göz atalım.

 

Demirel: 76 yaşında yeniden cumhurbaşkanı adayı

 

Turgut Özal’ın Nisan 1993’teki âni ölümünün ardından, Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel aynı yılın Mayıs ayında cumhurbaşkanlığına seçildi. 2000’de görev süresi dolduğunda 76 yaşındaydı ve herkes onun artık emekli olacağını düşünüyordu. Fakat 28 Şubat dönemindeki performansı onu, kendisini defalarca iktidardan uzaklaştıran vesayetçi güçlere yaklaştırmıştı ve o güçler bir dönem daha Demirel’in cumhurbaşkanı olarak kalmasını istiyorlardı.

Dönemin ‘iktidar kurup iktidar devirme’ gücündeki iki büyük basın grubu da büyük bir kampanyayla devreye girince, Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki üçlü koalisyon, bunu gerçekleştirebilmek için Cumhurbaşkanlığı Seçimi Kanunu’nda yasal değişiklik yapıp Meclis’e sundu.

Ne var ki yeni yasa muhalefet milletvekillerinin yanı sıra koalisyon partilerinin milletvekillerinin de desteğiyle reddedildi. Demirel, 12 Mart döneminde askerlerin parlamentoya dayattığı cumhurbaşkanı adayı Faruk Gürler’in durumundan biraz hallice bir duruma düşmüştü.

Hırsını gemleyemeyip bir dönem daha cumhurbaşkanı olmak isteyen ‘Baba’, onu ölümüne destekleyen basının da alay konusu olmuştu. Meclis’teki oylamaya (5 Nisan 2000) kadar ‘Baba garantiledi…’, ‘Baba banko’, ‘Babadan sonra kaos…’, ‘Süresi uzatılmazsa Türkiye batar’ manşetleriyle çıkan Sabah, sadece bir ay sonra bakın ne yapmıştı (2 Mayıs 2000 tarihli gazete):

Manşet ve spot: “Baba’dan kalma siyaset bitti / Artık politikacı ’Kim ne verirse 5 bin lira fazlası benden’ nutukları atamayacak…. Demirel modeli politikalar tarihin karanlık sayfalarına gönderildi.”

Ve bunların yanında, Demirel’in çoban kepeneği ve sopasıyla fotoğrafı… Resimaltında: “Demirel’in tarihe geçen kararı: Tütüne kim ne veriyorsa 5 bin lira fazlası benden…”

 

Ecevit ve Erbakan

 

Demokratik Sol Parti (DSP) Genel Başkanı Bülent Ecevit, 1999 seçimlerinin ardından Anavatan Partisi (ANAP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile kurulan koalisyon hükümetinin başbakanlığını üstlendi. Yaşı çok ilerlemişti ve ağır hastalıklarla mücadele ediyordu.

İki büyük basın grubu, doğrudan ticari çıkarlarına ve ‘irticaya karşı mücadele’ye uygun düştüğünü düşündükleri koalisyon hükümetini başlangıçta desteklediler, fakat daha sonra Ecevit’e karşı açık bir mücadeleye giriştiler. Hastalığıyla ilgili ahlak sınırlarını zorlayan neşriyatta bulundular, Ecevit’i çekilmeye zorladılar.

Öte yandan hastalığı gerçekti ve bu da siyaseti zaten vesayetleri altında tutan güçlere ilave bir avantaj sağlıyordu. Her şey o kadar açıktı ki, bizzat Ecevit bile itiraftan çekinmiyordu. Mesela 28 Mayıs 2001 tarihli gazeteler, Başbakan’ın, bazı konularda “hükümetin yetkilerinin kısıtlandığını” itiraf ettiğini yazıyordu.

Ecevit ve hükümet bir yandan da iki büyük basın grubunun vesayeti altındaydı. Nitekim, onların doğrudan ticari çıkarlarının bir uzantısı olan Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kanunu’nun çıkartılması için elinden geleni yapmış, fakat o da 2002’deki ağır seçim yenilgisinin ardından Demirel gibi arkasından teneke çalınarak uğurlanmıştı.

 

Ve Erbakan…

 

Millî Görüş çizgisinin kurucusu Necmettin Erbakan, bir dava nedeniyle 1998’de başlayan siyasi yasağı 2009’da kalkar kalkmaz aktif siyasete döndüğünü açıkladı. 83 yaşındaydı ve basın toplantısında oturduğu koltuktan kalkmak için iki kişinin yardımına ihtiyaç duymuştu.

O sırada Millî Görüş geleneğinin partisinin adı Saadet’ti ve başında Numan Kurtulmuş vardı. Basın toplantısında bir gazeteci Erbakan’a sordu:

“Kararınızdan sonra Numan Kurtulmuş’un pozisyonu nedir? Saadet Partisi’nin lideri midir?”

Cevap: “Numan Kurtulmuş Saadet Partisi’nin genel başkanıdır.”

Bu cevap Erbakanca’da ‘lider benim’ anlamına geliyordu. Bundan iki yıl sonra, 85 yaşında ‘lider’ olarak öldü. Hiç kuşkusuz, sonraki yıllarda ölseydi yine ‘lider’ olarak ölecekti.

 

NOT. Geçen yazıda Mehmet Altan’ın cezaevinden Frankfurt Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansa gönderdiği tebliğinde yer alan bazı önemli tespitleri aktarmış, o tespiterin değerlendirmesini de bugüne bırakmıştım. Fakat seçimle ilgili birkaç yazıyı öne alma gereğini duyduğum için o yazıyı daha sonra yayımlayacağım.

Mehmet Altan bugün tahliye edildi ve ona reva görülen haksızlığın küçük bir bölümü telafi edildi. Bu vesileyle duyduğum memnuniyeti ve sevinci burada ifade etmek isterim.

 

‘İddia’ notu: Seçimden önce, “HDP’nin oyları şaşırtıcı yükseklikte olacak” başlıklı bir yazı yazmış, HDP’nin barajı aşabilmesi için CHP tabanından bu partiye ciddi bir oy kayması gerçekleşeceğini, böylece HDP oylarının Haziran 2015’teki yüzde 13 seviyesinin dahi üzerine çıkacağını öne sürmüştüm. Orada da kalmamış, bu oyların çok düşük bir seviyede olacağını öne süren Vahap Coşkun’la gıyabında iddiaya tutuşmuştum.

Seçim bitti ve HDP’nin oyu yüzde 11.7 oldu. Yenilgiyi kabul ediyorum ama şu rezervle: Önceki günlerde Gürbüz Özaltınlı ile Cengiz Kapmaz’ın Serbestiyet’teki yazılarında da gösterdikleri gibi CHP tabanından HDP’ye giden oylar o kadar yüksek oldu ki, HDP barajı ancak bu oylarla geçebildi. Yani, Gürbüz Özaltınlı ile birlikte bu oy kaymasını doğru tahmin ettik fakat HDP’nin kendi oylarının bu ölçüde düşeceğini tahmin edemedik. (Hakkını yemeyeyim, Gürbüz Özaltınlı’nın işin bu yanına ilişkin bir rezervi vardı.)

 

‘Tercih çarpıtması’ notu: Yine seçim öncesi yazılarımdan birinde, seçmenlerdeki ‘tercih çarpıtması’ eğiliminin bu seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AK Parti) çarpacağını ve anketçilere ‘oyum AK Parti’ye’ diyen bir grup seçmenin (kabaca yüzde 8-10) sandıkta öyle davranmayacağını öne sürmüştüm. (Tercih çarpıtması: Algıladığı toplumsal ya da manevi baskılar nedeniyle gerçek tercihini gizleme ve kendini sanki farklı bir tercihe sahipmiş gibi gösterme eğilimi.)

AK Parti’nin aldığı oylara baktığımda, burada da esasen yanıldığımı görebiliyorum. (Kasım 2015 seçimlerine nazaran AK Parti’den MHP’ye kaydığı düşünülen yüzde 5-6’lık oyda tercip çarpıtmasına bağlanabilecek bir özellik görmüyorum.)

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -