Bir zamanlar şiir turist değildi, hemen her şairin ayak izini, dizesini bıraktığı Ankara’da.
Bu şehirde doğmasa/yaşamasa da… Sanki hepsi Cemal Süreya’nın “Şair arkadaş, bir derdin mi var? Bir şeyler mi çıkartmak istiyorsun derdinden? Ankara’ya gelmelisin…” davetine icabet etmişti.
Ankaralı olmayan, Ankara’da yaşamayan şairler “icapçı”ydı belki o zamanlar, nöbete gelmişlerdi.
Şiirle, şairle yüzyüze durmaya…
Belki Metin Altıok’un inancıyla, “şiirin gerçek başkenti”nde yaşamaya geldiler.
Süreya, Altıok, Mülkiyeli Ece Ayhan, Dil Tarihli Can Yücel, Ahmed Arif, Gazi Eğitimli İlhan Berk, Hasan Hüseyin, Gazi Liseli Orhan Veli, Melih Cevdet, Ankara Hukuklu Oktay Rifat, Ankaralı Turgut Uyar, 8 yıl Ankaralı Attila İlhan, yaşama Seyranbağları Huzurevi'nde veda eden Enver Gökçe, doktor Behçet Aysan niceleri…
Attila İlhan’ın deyişiyle “sıralı sırasız”, hepsi “gitti”.
Cemal Süreya 9 Ocak 1990’da öldü. Altmışında değildi henüz.
Edip Cansever için yazdığı dizeler, onun da ölüm sebebiydi:
“Her şeyin fazlası zararlıdır ya, fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
Ölümünün ardından 3 yıl sonra, yani Madımak’ta katledilmeden hemen önce Metin Altıok sıraladı sorularını:
“Zaman zaman soruyorum kendime: nerde Cemal Süreyya? Bir Ankara prensi olan Cemal nerde şimdi? Ne oldu Tavukçu’daki öğle rakılarına… (…) Coşkularım tarazlandı benimse… Umudumda güve yenikleri, pas kokuyor aşklarım ve artık patlak bir tefle dolaşıyorum elimde Ankara sokaklarını.”
Kimi bu şehirden, kimi bu hayattan gitti.
Şehirler biraz da insanlarıdır ya…
Ankara'da yalnızlık oldu şiir; insanlar bir araya gelse de dizelerde, çoğul yalnızlık.
En beteri de kalabalıktaki yalnızlıktı zaten.
Kehânet, Edip Cansever miydi:
“Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız /Yeni bir dil olacak yarın.”
Ankara dersen… Ne şiirin, ne sanatın başkenti.
Sadece “yalnızlığın başkenti”, belki.
Bazen Attila İlhan gibi, “eş dost arasında büsbütün yalnız”…
Gidenleriyle değil, çoğalırken de azaldı bu şehir.
Gecesi, sokağı öyle de tenhalaştı.
Sanata, yazına, düşünceye kiminde doğrudan, kiminde riyakârca düşman ellerde koyverdi kendini. Koyverdik…
Süreya’nın dizelerindeki gibi kaldık:
“Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey
Hiç bir şeyim yok, akıp giden sokaktan başka
keşke yalnız bunun için sevseydim seni…”
Kızgınım ama “Ankaralı olmak” gibi beyhude bir makalenin peşinde değilim.
Ankara’ya dair meramım, “sevelim-sevinelim-sevilelim” de değil.
Bir şehir olarak güzelliğinden, estetiğinden filan söz etmek için de simyager olmak lazım. Biliyorum.
Ama bir şehri sevmek, bazen böyle kriterleri gerektirmiyor.
Emrah Serbes’in “Hikayem Paramparça” kitabından bir alıntıyla altını çizmek istiyorum:
“İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman oluyor.
Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. ‘Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel’ diye üzüldüğüm de oldu.
Konu doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir.”
“O zamanlı” olmak, bir dönem şiiri-şairi her köşesinde ağırlayan o şehri, o mekânları durma yad eden insanın belki en masum ve hazin kabahati.
Zira “o zamanlar” darbelerin, ölümlerin, yasaklanan, evde bulmasınlar diye yakılan kitapların, cezaevlerindeki şiirin-şairin de takvimi.
Ayrılıklar, yalnızlıklar, acılar, ölümler… Bizzat Cemal Süreya’nın hayatından çevirelim o takvimlerin yapraklarını:
Yedi yaşında ailesiyle birlikte bir kamyona doldururlar Süreya’yı. Oradan iki erin gözetiminde bir yük vagonuna. Sürgün yılları…
Dersim’in 67 kilometre kuzeydoğusundaki Pülümür’den Bilecik’e, günlerce sürer yolculuk. Ardından da “atarlar” hepsini bir köye; “tarih öncesi”nden havlayan köpek sesleri” eşliğinde…
Altı ay geçmeden anneciği, 23 yaşındaki Gülbeyaz’ı yitirir, sürgünde:
“Annem çok küçükken öldü /Beni öp, sonra doğur beni…”
Yıllar geçer, annesine dair hatırladığı tek şey kalır geride:
“Gözlük taktığını anımsıyorum…”
Yirmi altı yaşında da sürgündeki babasını kaybeder, bir trafik kazasında…
Sorar hepimize sorar; “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum”…
Ondan hep “sürgün”dür, “göçebe”dir, “öksüz”dür, “parasız”dır/“yatılı”dır, “kimliksiz”dir, “öteki”dir, şehirlerinde “yalnız”dır, Süreya.
Oralarda saklıdır, “Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem /Yalnızlığın başkenti orası” dizelerinin ağır sızısı.
Oralarda açar her mevsim hüznün çiçeği:
“Aldım çiçeğimi şurama bastım /Bastım ki yalnızlığımmış”.
Ondan bir başına arşınlar mavi treni:
“İkide bir elini başına götürüp, rüzgarda dağılan yalnızlığını düzeltir”…
Bütün hüzünleri dener kendinde. Bütün ayrılıkları…
Bir bir dener de, her seferinde yeni sözler bulur hüzne, yalnızlığa, sokaklara dair.
Her şiiri şehir, her dizesi sokaklar, caddeler, bahçeler, kapı araları olur.
Kapı aralığında sevgiliyi soluğundan öper, sonra caddelere çıkar, kaynağından öper…
Sokaktaki Ankaralının, nicedir gözlerinde yitirdiği iki şeye dalmıştır sanki:
“Arada bir barış arada bir gökyüzü…”
Bugünkü kadar olmasa da, Ankara’da ta o zamanlarda yitirilir bazı mekânlar.
Ahmet Telli’nin şiirinde, aslında o da sitem eder:
“Posta Caddesi, Taşhan, Karpiç ve diğerleri
Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da
Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da
Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması.”
İçmeyi sever ama en çok sigarayı… Elinden düşmez.
Sigarasının dumanı, aşkı, hatta sevişmeyi bile sarar/sarmalar:
“Herkes az buçuk sarhoş /Herkes bir şeyler söylüyor
Ama yalnız ikimizin sözcükleri /Sarmaşdolaş
Üzerinden sevişmek, kadınım,
Sigaranın, Asya'nın, omuzların…”
Epey sonra hüzünlü bir vecize bırakır tiryakilere:
“Eskiden sigara içmekti ilk işim, şimdi içmemek…”
“Keder basınca bilhassa hatırlıyor” onu, insan.
Ve öyle hatıralar geçiyor ki yanımdan; Cemal Süreya’dan mülhem, sokaklar gibi buluştulardı, çarşılar gibi seviştilerdi…
Bir şehri, bir kadını, bir aşkı, görünce tanımak için onun şiirinin de izini sürmeli.
Ve Ülkü Tamer’in Süreya’nın ardından yazdığı dizeleri, -finalinde sesli- en az üç kez okumalı:
"Tanrı
Bin birinci gece şairi yarattı,
Bin ikinci gece Cemal'i,
Bin üçüncü gece şiir okudu tanrı,
Başa döndü sonra,
Kadını yeniden yarattı."
Binbir Gece Masalları ise takvim-i vekayi…
Henüz bin dördüncü gecedeyiz belki.
Tanrının işi çoktur daha… Asıl, kadınların da…
O da olur bir gün.
Göremesek de biliriz, öncesi-sonrası, şiirdir.
Madem ardımız-önümüz kış, epey bir süre daha…
Şairin önerisiyle koyalım noktayı:
“Kırmızı bir atkı al sade, yalnızlığını saklar.
Edip Cansever okuma bu mevsim, ruhunu sakatlar…’’
BİR FİLM-BİR REPLİK
“ORALI” OLMAK
“Valla ben evim, odam, kitaplarım neredeyse kendimi oralı hissederim; başka bir yere de ihtiyaç duymam. Ya bu insanın kendine bir dünya yaratabilme, kendini oyalayabilme yeteneği ile ilgili bir şey. Sıkılmak ne demekmiş ya? Sıkılmak için hiç bir zaman, bir saniye vaktim olmadı benim. Ayrıca sıkılmak denen duygunun, son derece lüks bir duygu olduğunu düşünüyorum bugünkü şartlar altında.” Kış Uykusu – Nuri Bilge Ceylan
HAYIRLI FELÂKETLER
“Bunu temel bir aydınlanma hâli olarak ele alabilsek daha iyi olmaz mı? İnanmak dediğimiz şey sonuçta insanın içinde başlattığı bir eylemdir. Ve güzelliğe, aşka inanmak kadar ayrılığa da inanmak, hazır olmak gerekir. Yani her güzelliğin sonunda bir kopuş, ayrılık pusuda bekler. Madem öyle, başımıza gelen bu gibi tatsızlıklara bizi kendi bilinmeyenlerimizle yüzleştiren hayırlı felâketler gözüyle bakmamız gerekmez mi?" Ahlat Ağacı – Nuri Bilge Ceylan