Ziya Gökalp’in hayatındaki en önemli hadiselerden biri Hamidiye Alaylarına karşı etkili bir çaba göstermiş olmasıdır. Sultana bağlı düzenli birlikler olan bu alayların amacı, dirlik ve düzeni sağlamak ve özellikle Ermeni muhalefetini bastırmak idi. Diyarbakır ve yöresinde faaliyet gösteren 9 alaydan 5 tanesi Milli aşireti lideri İbrahim Paşa ve oğullarının denetimindeydi. Her alay 1200 Kürt süvarisinden oluşuyordu.
Ana karargâhı Viranşehir’de bulunan İbrahim Paşa’ya bağlı alaylar, Diyarbakır ve çevresine sürekli bir hareket içinde bulunur. Resmi görevleri huzur ve güvenliği sağlamak olan ve görünürde düzenli bir birlik havası veren bu alaylar, gerçekte halkı baskı altına alır, adam öldürür ve aşiretler arası kavgaları körükler.
Kürdistan’ın kralı
İbrahim Paşa ve sekiz oğlunun özellikle Ermenilere karşı kıyıcılığı Batı’da da tanınmalarına yol açar. Bölgeyi ziyarete eden birçok gazeteci, gezgin ve oryantalist, bir şekilde yolunu Viranşehir’e düşürüp paşa ile görüşmeye çalışır.
“Bunlardan biri kendisi bir Alman olan Dr. M. Wiedemann’dır. İbrahim Paşa’nın son günlerinin yaklaştığı bir dönemde kaleme aldığı iki bölümden oluşan ‘İbrahim Paşa’nın Sevinci ve Sonu’ başlıklı yazı dizisi, döneme ilişkin önemli bir belge niteliğindedir. M. Wiedemann, İbrahim Paşa’nın ‘Kürdistan’ın Kralı’ (Konig von Kürdistan) diye adlandırıldığını da aktarır.” (s.82)
Paşa’nın zulmüne karşı hoşnutsuzluğu giderek artan halk bu alaylara karşı Diyarbakır kent merkezinde büyük bir muhalefet örgütler. 1905 yılında halk şehir telgrafhanesini işgal ederek İbrahim Paşa’yı protesto eder. Hükümet, İbrahim Paşa’yı Hicaz demiryolunu korumakla görevlendirdiğini açıklayarak halkı teskin eder. Ancak bir süre sonra paşanın icraatlarına tekrar başlaması üzerine halk yine telgrafhaneyi işgal eder; bu işgal 11 gün sürer. Sonunda hükümet İbrahim Paşa’yı Halep’e gönderir. Beysanoğlu, halkın bu muhalefetinde Gökalp’in merkezi bir rol oynadığını söyler:
“İbrahim Paşa’nın yeni görevine gidişi üzerine Diyarbakır iki yıl rahat ve huzura kavuşmuş oldu. Fakat 1907 senesinde Hamidiye alayları yine işi azıttılar, eskisi gibi yağma ve soyguna başladılar. Tâ şehir önlerine gelene kadar İbrahim Paşa’nın kuvvetleri diledikleri köye saldırıp mallarını, hayvanlarını alıp götürüyorlardı. Soygun olayları yüzünden ticaret felce uğramıştı. Ziya Gökalp, yine ortaya atıldı. Şehrin ve halkın ileri gelenlerini uyarmaya, bu konuda çeşitli toplantılar düzenleyip bunun çarelerini görüşmeye koyuldu.” (s. 83-84)
“Şaki İbrahim Destanı”
Paşanın Halep’e sürülmesi halka bir nebze nefes aldırır. Ancak çok geçmeden paşanın kuvvetleri, halkın üzerinde terör estirmeye kaldıkları yerden devam eder. 1908’de halk yine Saraya iki telgraf gönderir. İlk telgrafta paşanın ve oğullarının zulmünden halkın kan ağladığı, ikinci telgrafta ise isteklerinin yerine getirilmemesi halinde direnişlerin devam edeceği belirtilir. Gökalp tarafından kaleme alındığı söylenen bu telgrafların İstanbul’a gönderildiği esnada Şam’da bulunan İbrahim Paşa haberi alır almaz harekete geçer. Ama artık yolun sonuna gelmiştir; bazı kaynaklar paşanın öldürüldüğünü, bazıları ise öldüğünü söyler.
Gökalp, Hamidiye Alaylarının kötülüklerine karşı sahada mücadele etmekle kalmaz; aynı zamanda bu alaylar üzerine uzun bir destan yazar. “Şaki İbrahim Destanı” adlı bu şiirsel yapıt, Diyarbakır’da yayımlanır. Bu kitabın ilk baskısında “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi menfaatine tab’ edilmiştir” biçiminde bir not yer alır.
Hamidiye Alayları, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra büyük ölçüde ortadan kaldırılır. Alakom’a göre, Ziya Gökalp ve yakın arkadaş çevresinin Diyarbakır yöresinde Hamidiye Alaylarına karşı başlattıkları mücadelenin zaferle sonuçlanması, bu kurumların prestijinin yurt çapında sarsılması sonucunu doğurmuştur:
“Ziya Gökalp’in ismini anmaksızın, Hamidiye Alayları’nın çöküş sürecini incelemek büyük bir eksikliktir. Ziya Gökalp’in Hamidiye Alayları’na karşı mücadelesi bir yana, o aynı zamanda bu dönemi inceleyen ilk kişilerdendir. Bu nedenle Hamidiye alayları ve Ziya Gökalp bağlantısı önem kazanmaktadır.” (s.87)
Zihninin daimi işgalcisi, Kürtler
Gökalp’in fikirlerinde kökten dönüşümler yaşanmış olsa da, Kürtler meselesi her daim onu meşgul eder. 1924’te Cumhuriyet’te “Eskiden beri zihnimi işgal eden bir mesele var: Kürtler” diye yazar. Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı temel eserinin yanında Gökalp, birçok gazete ve dergide Kürtler hakkındaki düşüncelerini paylaşır. Türkçülüğün ideologu olmadan önce Gökalp’in Kürtler hakkındaki görüşleri genellikle iktisadi, içtimai ve idari meseleler üzerine bina edilir.
O, en çok Diyarbakır ve çevresindeki Kürtler üzerinde durur. Bu tercih, Diyarbakır yöresindeki Kürtler ile diğer bölgelerdeki Kürtler arasındaki benzerlik ve farkları hakkıyla tesbit etmesini engeller. Kürtlerin genel sorunlarına makro bir bakış geliştirmesini de imkânsız kılar. Zira diğer bölgelerdeki Kürtlere ilişkin bilgisi sınırlıdır.
Gökalp, Kürtlerin yaşadığı vilayetleri “Cenup vilayetlerimiz” olarak tanımlar. İki makalesinde de bu toprakları “Kürdistan” olarak adlandırır. Bazı yazılarında Kürtler için “halk” ve “ulus” dese de genellikle “Kürt aşiretleri” tabirini kullanır. Kürtlerin etnik farklılığını inkâr etmez. Bu itibarla, onun ölümünden sonra dolaşıma sokulan “Kürt, yoktur” ya da “Kürtler, Türktür” gibi düşünceler, Gökalp’e yabancıdır. “Ulus” tanımında etnik kökene ya da ırka itibar etmediğinden, bütün Kürtleri yok saymak ya da onların Türk olduğunu savunmak gibi bir akıldışılığa savrulmaz.
“Gerçekten atlarda soy-sop aramak gerekir, çünkü meziyetleri içgüdüye dayanan ve irsi olan hayvanlarda da soyun büyük bir önemi vardır. Kişilerde ise soyun toplumsal nitelikte hiçbir etkisi olmadığı için soy-sop aramak doğru değildir… Türklüğe büyük hizmetler yapmış büyük insanlar varsa, nasıl olur da bu esirgemez kişilere ‘siz Türk değilsiniz’ diyebilirsiniz.” (s. 22)
“Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak”
Kürtlerin dertleri ve akıbetleri mevzuunda da Gökalp farklı dönemlerde farklı fikirler dillendirir. Misal, 1909’da Peyman’da Kürtler için şöyle yazar:
“Kürtlerin yalnız bir derdi vardır, o da cehalettir. Bu derdin dermanı okumak, yazmak ve dünyayı öğrenmektir. Kürtçe gazeteler neşrolunacak. Mekteplerde Kürt lisanıyla ilim ve marifet öğrenilecek. O zaman da Kürtler de zengin olacaktır, bahtiyar olacaktır. İyi yaşama usulüne agâh (haberdar) olacaklardır.” (s. 95-96.)
1913’de Türk Yurdu’nda Kürtlerin geleceğine ilişkin “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak” biçimindeki ünlü formülünü ilk kez kamuoyuna sunar. İslamlaşmak, burada önemli bir işleve sahiptir. Zira Gökalp, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan halkları Müslüman olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayırır ve Müslüman olanlardan Araplara, Kürtlere ve Arnavutlara özel bir önem atfeder.
“Bir makalesinde Türk ve Kürt halklarının aynı dini benimsemiş olmalarından dolayı, tarihsel bir dizi felakete karşı ‘müşterek cihad’ halinde bulunduklarını vurgular; bu konuda Selahattin Eyyubi ve İdrisi Bitlisi’nin adlarını verir… Bir Türk kızının bir Kürtle evlenmesinde bu nedenle bir sakınca görmez.” (s.96)
Dinin vurgulanmasındaki amaç, Türkler ile Kürtlerin bu ortaklığına dayanarak aralarındaki mesafeyi azaltmaktır. Gökalp, kritik dönemlerde Kürtlerin kurtuluşunu Türklerin kurtuluşuna bağlar. Ona göre, öncelikle Türklerin kurtulması gerekir; ülkedeki diğer halklar sonra kurtulacaklardır.
“Milliyetini kaybetmek”
Kürtlerin kendi kaderleriyle baş başa bırakılmasını doğru bulmayan Gökalp, “İstimlal” adlı makalesinde Kürtlerin asimilasyonuna teorik bir kılıf uydurmaya çalışır. İstimlal, yan yana yaşayan ve aynı dine mensup olan iki milletten birinin diğerini asimile etmesidir. Hilmi Ziya Ülken, istimlal sözcüğünü Gökalp’in icat ettiğini belirtir ve bunun yerine “milliyetini kaybetme” terimini kullanır.
Gökalp’e göre temsil (asimilasyon) “bir milletin lisanını ortadan kaldırarak kendi lisanını ona kabul ettirmek suretiyle tecelli eder.” İncelemesinde Kürtleşen Türkler ve Türkleşen Kürtlere değinen Gökalp, Kürtlerin şehir merkezlerinde Türkleştiklerini, Türklerin ise kırsal yörelerde Kürtleştiklerini belirtir. Bilhassa Kürtlerin Türkleşmesi üzerinde durur; buna politik bir biçim kazandırır ve hızlandırılmasından yana bir tavır sergiler.
Daha sonra Kürtlerin Türkleşmesi – Türklerin Kürtleşmesi tezine derinlik kazandırmak isteyen Gökalp, kendiliğinden kaynaşmaları denetim altına alıp “temessül kuvveti” ismini verdiği zoraki bir asimilasyon politikası önerir. Şimdiye kadar böyle bir siyaset izlenmemesini, Osmanlı’nın yanlış azınlık siyasetine bağlar.
Ona göre, devlet etnik ya da ırki yaklaşımları terk etmeli, bütün kuvvetini dil ve din birliği sağlamak için seferber etmelidir. Önemli olan, kişinin etnik olarak Türk olması değil, Türk olmasa da Türk gibi düşünebilmesidir. Bu yaklaşımda Gökalp’in kendi ruhi çilesini görmek de mümkündür.
“Bundan sonra yeni Türkiye, eski Osmanlı zihniyetine göre değil, Türk halkının doğru duygularına göre idare olunacaktır. O halde temessül hakkında da muayyen, vazıh, aleni bir programımız olmalıdır. Türk halkı bu eski dostları dili dilime uymak, dini dinime uymak şartile kendisine müsavi bir kardeş sayar. Yani bunları da Türk sayar. Yalnız şu şartla ki, artık onlar da milli mahalle, milli köy, milli nahiye ve kaza yapmak gibi, eski lisanlarını, adetlerini, elbiselerini muhafaza etmek gibi emellere, dileklere düşmekten sakınmalıdırlar. Yeni Türkiye artık Anadolu’da yeni hiçbir milliyetin muhaceret tarikiyle tesisine müsaade edemez. Yeni Türkiye’ye gelecek gayri Türkler ancak Türkleşmek ve Türklüğü temessül etmek arzusuyla gelebilirler. Binaenaleyh bu konuda yapılacak kanunlara, nizamnamelere, talimatnamelere samimi bir suretle itaat etmelidirler.” (s. 101)
Velhasıl Gökalp, Türk olmayanların dil ve din birliğine dâhil olmaları halinde Türk olarak kabul edileceklerini ve onlara eşit davranılacağını belirtir. Fakat bu gayri Türkler kendi kimliklerine ilişkin birtakım taleplerde bulunduklarında, onlara yaşam hakkı tanınmaz. Bunun bilhassa Kürtlere verilmiş bir gözdağı olduğu söylenebilir.
Kürtler ve Araplar arasına Çin Seddi inşa etmek
Gökalp’e göre bir millet sadece üreme yoluyla çoğalmaz; aynı zamanda başka milletleri asimile ederek de çoğalır. Türklerin bir kısmı asimile olarak başka milletlerin mensubu olmuşlarsa, Türklerin de başka milletlerden fertleri asimile ederek kendi mensubu haline getirmesi doğaldır.
“Başka milletler, temessül kuvvetiyle, bizden birçok unsurları çalmışlardır, bizim de bunlardan bazı fertleri ve aileleri temessül tarikiyle milliyetimiz dâhiline almağa hakkımız yok mudur?” (s.102)
Gökalp düşüncesinde Kürtler ve Türkler arasında bir eşitlik yoktur. Kürt ve Türklerin kültürel gelişkinlik düzeyleri birbirinden farklıdır. Kürt kültürü, Türk kültüründen daha geri bir düzeydedir. Bunun sebebi de Kürtlerin genelde köylerde, Türklerin ise şehirlerde yaşamalarıdır. Dolayısıyla Kürtlerin menfaati, kendilerinden üstün olan Türklerin yanında yer almalarıdır. Bu bağlamda Gökalp, Kürtlerin Araplar ile olan temaslarının Kürtler arasında göçebeliği ve aşiret yapısını sürekli kıldığından bahisle, Kürtler ile Araplar arasında Çin Seddi gibi kalın duvarlar örülmesini tavsiye eder. Kastettiği maddi değil manevi duvarlardır; gayesi de Kürtleri Araplardan tamamen uzaklaştırmak, Türk kültür dünyasına dâhil etmektir.
“Ziya Gökalp’in Kürt ve Türk halklarından oluşan eşit ve demokratik bir toplum modelinden yana düşünceleri yoktur… Ziya Gökalp iki farklı kültürün eşit olarak geliştirilmesinin, ilerde yaratacağı çoğulcu yapının zamanla kültürel kutuplaşmalara, çatışmalara yol açacağını düşünmüştür… O Kürt kültürünü inkâr etmemekle birlikte bu kültüre hep müzelik bir zenginlik olarak bakar. ” (s.107)
“Kürdistan’ın merkezinden gelmiş bir memur”
Gökalp’e bakıldığında iki noktanın altı çizilebilir. İlki, sık görüş değiştirmesidir. Hayatının farklı dönemlerinde birbirine tezat teşkil edecek düzeyde farklı fikirlere sarıldığı görülür. İkincisi ise, taraftarı olduğu görüşlerde sınırlarda gezinmesidir. Fikrî gelgitlerinde ve uçlarda gezinmesinde, onun parçalı kişiliğinin ve ömrü boyunca süren kimlik arayışının büyük tesiri olsa gerektir.
Birçok sıfatı aynı anda taşır Gökalp. O bir şairdir, bir danışmandır, bir siyasetçidir, bir tarihçidir, bir sosyologdur. Kuşkusuz bütün bu alanlara hakkıyla vakıf olduğu söylenemez. Şevket Süreyya Aydemir, onun bu yönü için “Bunların hepsi olduğu için de, tabii tam değildi” tesbitinde bulunur. “Çünkü bir insan bu kadar çok ve bu kadar ağır davalara, hepsinde aynı derecede kendini tamamlamış olarak katılamaz.” (s. 25)
Doğan Avcıoğlu, Gökalp’e “Türkçülüğün Kürt kökenli ideologu” der. Yalçın Küçük için o, “Zaza kökenli bir Türkçü”dür. Alakom’a göre, Türk ulusçuluğunun temellerini atan Mustafa Kemal değil Gökalp’tir. Dolayısıyla “düşünce üretme ve geliştirme noktasında Mustafa Kemal Gökalp’in öğrencisidir.”
Hikmet Kıvılcımlı ise “Kürdistan’ın merkezinden gelmiş bir memur” olarak tanımlar Gökalp’i. Gerek İTC ve gerek Cumhuriyet döneminde, iktidarın Kürtler ve Kürdistan konularındaki stratejisti ve danışmanı olarak görev yapan bu memurun görüşleri ardında bir yıkım bırakmıştır. Ve görünen o ki, bir süre daha Türkiye’de etkili olmaya devam edecektir.
(*) Independent Türkçe, 24.12.2019