Anayasa değişikliği paketi, Türkiye’nin köklü demokratikleşme ihtiyacının karşılanması amacından çok, “çift başlılık, zayıf koalisyonlar ve istikrarsızlık” gibi gerekçelerle ve güçlü başkanlık modeline geçiş için gündeme getirildi.
“Evet Cephesi” bu bakımdan savunusunu yaparken, sık sık parlamenter sistemin geçmişteki uygulamalarından söz ediyor. Özellikle muhtelif dönemlerin cumhurbaşkanları, başbakanları ve meclis arasındaki kimi anlaşmazlıkları örnek veriyor; buralardan mutlak olumsuzluk üretiyor ve şimdi bütün güçlerin tek elde toplanmasını olağanlaştıran standart bir anlatıyı hakim kılmaya çalışıyor.
“Evet Cephesi”nin anlatısı
Bu anlatıda, özellikle koalisyonlardan ve dolayısıyla cumhurbaşkanı ile başbakanın anayasal konumlarından kaynaklanan çift başlılıktan şikayet ediliyor. Askeri ve sivil vesayet güçlerinin bu çift başlılığı ve koalisyon çıkmazlarını belli dönemlerde kendi hedefleri doğrultusunda kullanma tehdit ve girişimlerine işaret ediliyor.
Bu anayasal “çarpıklığın” yarattığı anlaşmazlıklardan doğan siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın zayıf koalisyon hükümetleri modeliyle aşılamadığı ve istikrarsızlığın önlenemediği ifade ediliyor. Bu durumu sonlandırma çabalarının çoğu zaman başarısız olduğu; hattâ anayasal zorunluluklar ve sınırlar nedeniyle daha da ağır sonuçların doğduğu belirtiliyor. Askeri vesayet güçlerinin böyle zeminlerde siyasal çözümsüzlük, gerilim ve kaosu sonlandırma adına kendilerine meşruiyet atfederek rejime müdahale ettikleri sık sık hatırlatılıyor.
Tarihten ve günümüzden ilgili ilgisiz birçok şey, modelin doğruluğu ve haklılığını ispatlamak uğruna servis ediliyor.
Evet, anlatı kabaca böyle.
Bunlara benzer durumları yaşadığımız da doğru, doğru olmasına.
Ama işte “Evet Cephesi” bu tarihi mirası göstererek, getirdikleri anayasa değişikliğinin söz konusu iki başlılığa, koalisyonlara, yetki anlaşmazlığından doğan kriz ve istikrarsızlıklara son vereceğini ileri sürüyor.
Buna da “Milletin iradesini millete verme” diyorlar.
Bunun ülkeyi her bakımdan şaha kaldıracağını iddia ediyorlar.
Kılıçdaroğlu bu hatayı nasıl yaptı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti hükümeti ve MHP, referandum tezlerini Türkiye’nin uzlaşma yoluyla köklü bir demokratikleşmeye olan ihtiyacına değil de böyle tek elde toplanmış bir güç arayışının işaretini veren mevzulara dayandırınca, “Hayır Cephesi”nden de “mesele yetki çatışması ve iki başlılıksa, getirdiğiniz bu anayasa değişikliği farklı bir duruma yol açmayacak” sesleri gelmeye başladı.
İktidar çevrelerince “gaf” olarak nitelenen Best FM’deki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun da böyle bir şeyi anlatmaya çalıştığı anlaşılıyor.
Referanduma giderken muhalefet cephesinin önde gelen sözcüsü anayasa değişikliğinin gerçekleşmesinden sonraki yeni sistemde hâlâ bir başbakan olacağını sehven bile ifade etmiş olsa, iktidar çevrelerince böyle bir hatânın kullanılması ve bir propaganda malzemesi haline getirilmesi normaldir.
Yapılan değişikliğin esası, başbakanlığı ve ona bağlı hükümet modelini ortadan kaldırıp bambaşka bir modele geçmek olunca, sanki böyle bir şey olmayacakmış gibi derdini hâlâ başbakanlık kavramı ve kurumu üzerinden anlatmaya çalışan bir parti genel başkanın eleştirilmesi beklenebilecek bir şey oluyor.
Hata olduğu doğru, ama okumadığı inandırıcı değil?
Ekim 2016’dan beri siyasal mesainin ana konusu olan bir sorun hakkında, karşı çıkmak için onca hazırlık yapan ana muhalefet partisinin liderinin böyle bir hatâsının görmezden gelinmesini ummak, siyasetin tabiatına uygun olmaz.
Uygun olmaz olmasına, ama olayın gerçeğe değen bazı yönleri olabileceği de hesaba katılmalıdır.
Öncelikle şunu kabul edelim ki, bu sözlerden hareketle Kemal Kılıçdaroğlu’nun anayasa değişikliği paketini okumadığını ve anlamadığını ileri sürmek, böyle bir hatâ yapmış olsa bile, ikna edici bir şey değildir. Paketin henüz flu olduğu ilk dönemlerde bile Kılıçdaroğlu’nın ifadelerine bakıldığında bu hususta çok net fikirlere sahip olduğu görülür.
O bakımdan iktidar çevreleri bu hususta CHP ve Kılıçdaroğlu’na karşı çok söz üretseler bile ikna edicilikleri o ölçüde olamaz.
Kampanyalarının bundan sonrasını neredeyse tamamen bu hatâ üzerinden götürmeye çalışmak ise iktidara fazla bir şey kazandıracak gibi görünmüyor.
Konunun esasına gelirsek, AK Parti ve MHP, farklı saiklerle olağanüstü güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanlığı modeline geçilmesini istiyorlar.
Ama bunu bütün toplumsal güçlerle bir uzlaşma yolu arayarak önümüze getirmediler. Nedense anlaşılmaz bir aceleleri vardı.
Yetkileri elinde toplamış; iktidarını hiçbir kurumla paylaşmayan; öyle denge ve denetim falan da pek istemeyen; meclisi dikensiz gül bahçesine çevrilmiş ve olağanüstü güçlü bir cumhurbaşkanının söz, karar ve eylem sahibi olduğu bir sistem arzusundalar.
Temel ihtiyacımız köklü demokratik reform
Türkiye ise anayasası, yasaları, kurumları ve uygulamalarıyla çağın epey gerisinde kalmış; değişen dünyanın ve yetişen nesillerin ihtiyaçlarına yanıt veremeyen bir siyasal sisteme sahip.
Büyük bir demokratik reform hamlesi yaşamadan da sorunlarının üstesinden gelmesi zor görünüyor.
Herkesin malumu, geçmişten devraldığımız ama halen uzlaşma ve birarada yaşamanın demokratik norm ve uygulamaları içinde çözüme kavuşturamadığımız çok ciddi etnik, dini, vb. fay hatlarıyla malûlüz.
Bunları gözetmeyen yasal ve kurumsal değişiklikler, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmekten, sorunları katlamaktan ve kangrenleştirmekten başka birşeye hizmet etmiyor.
Elverişli “hatâ” güçlü ihtimallerin üstüne perde olmasın!
Tekrar konumuza dönecek olursak, iktidar çevrelerinin bu modelden amacı yapılacak ilk seçimlerden AKP’li bir cumhurbaşkanı (Erdoğan) ve onunla uyumlu bir AKP meclis çoğunluğunun çıkması. Bütün yasal mekanizmaları bu hedefe göre anayasa maddesi haline getirmiş bir değişiklikle karşı karşıyayız.
Lakin bu modelde ve hesaplar kitaplar ince bir mühendislikle yapılmış olsa dahi, ülkemiz siyasetinin inanılmaz değişken, dalgalı ve kaygan zemini yüzünden beklentilerin epey dışında sonuçlar da doğabilir.
Yani, milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimlerinin aynı günde yapılmasına, cumhurbaşkanı adayının partili olup her iki seçimi tek ve aynı kampanya olarak yürütmesine rağmen, tercihlerin farklı yönde tecelli etmesi sonucu pekâlâ kendisi seçilen cumhurbaşkanının partisi mecliste azınlıkta kalabilir.
Seçim matematiği ve siyasi bakımdan böyle bir sonuç bu modelde de mümkündür.
Krizse işte kriz!
Bu değişiklik her derde deva mı?
Böyle gerilimli ve uzlaşmasız bir ortamda, muhalif meclis çoğunluğunun yasalara, araştırmalara, yazılı sorulara ve soruşturmalara; cumhurbaşkanının ise KHK’lara, OHAL’e, yasaları meclise geri göndermeye ve AYM’ye başvurmaya yüklendiği bir durum imkansız sayılabilir mi? Karşılıklı seçim restleri olanaksız mı?
Bunların siyasette bir kilitlenme yaratmayacağı ileri sürülebilir mi?
Üstelik, uzlaşma ikliminin neredeyse tamamen yok olduğu, her meselenin kan dâvâsı haline getirildiği toplumumuzda böyle bir sonuç hiç de sürpriz sayılmaz.
Böyle dumanlı havalardan beslenen iktisadi ve siyasi mahfillerin devreye girmesini bu anayasa değişikliğinin önleyebileceğinin umulması, niyet olarak belki bir dereceye kadar anlaşılır, ama siyaseten hiç mi hiç gerçekci görünmüyor. Ona Alaattin’in Lambası muamelesi çekmek ise siyasal simyacılık gibi.
Aslında 7 Haziran 2015 seçimlerinde Türkiye bir anlamda böyle bir şey yaşadı. AK Parti mecliste çoğunluğu sağlayamadı.
Cumhurbaşkanının aşırı zorlaması ve epey kırılıp dökülmeyle ikinci seçim yapıldı.
Yapılacak ilk seçimde de benzeri bir durum doğabilir. Muhtemelen Kemal Kılıçdaroğlu o talihsiz konuşmasında böyle bir şeyi anlatmaya çalışıyordu.
“İyi ya efendim, biz de ortaya çıkması muhtemel bütün problemlerin çözüm yolunu da yeni değişiklik maddeleri içine koyduk” diyenler olabilir. Ama “Ehh, o kadarı eskiden de vardı” şeklinde itiraz edenleri duyar gibi oluyorum.
Diyeceğim o ki, Türkiye’nin sihirli arayışlar peşinde koşmaya değil, samimi ve köklü bir demokratikleşme reformu için toplumsal uzlaşmaya ihtiyacı var.