Aksimizi ayna gibi yansıtacak kadar durgun bir göl ve içinde yüzer gezer bir ev. İnsan yaşamının mevsimlere göre analiz edileceğini vaadeden filmin açılış sahnesinde dünyadan yani insandan soyutlanmış bir arınma var. Fakat bu emniyetli hava doğuya koyup yattığınız başınızı sabah batıda bulabileceğiniz bir zemin aynı zamanda evin yüzer hali yüzünden.
Sade ve yalın mabed biraz yaklaşınca o kadar da boş değil, bir savaş vermesi beklenen insanın karmaşasıyla uyumlu biçimde budist öğretinin sembolleriyle dolu. Resimler, heykeller, balık şeklinde rüzgar çanı, kapıdaki ejderha kabartmaları, avludaki taş fenerler, ağaçtan oyularak yapılmış gong, su kaplumbağası heykeli, horoz, kedi, yılan ve sadık bir köpek yavrusu.
Filmin Korece adı: Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom. Koreli yönetmen Kim ki Duk’un Dört Mevsim; İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar filminde(2003)her sahneyi muazzam bir doğa resmi yapar gibi çektiğini görüyoruz. Kendi kültürüyle inanç ritüelleriyle doğanın meczedildiği filmdeki başarı, sinema çevreleri tarafından sinema eğitimi almamasına ve bir yönetmene asistanlık yapmadan doğrudan kendi iç güdüleriyle hareket etmesine bağlanıyor. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin unutulmaz yönetmeni Ahmet Uluçay’ın kalbinin sesinden başka bir şeye kulak vermeden film yapması gibi.
Pek fazla gelen gidenin olmadığı Mabed–ev’in bilge adamı Usta’nın da evin biricik sakini beş altı yaşlarındaki erkek çocuğunun da adı yok. Doğa ile bütünleşmek, varlığını bunun dışında kurup da benliğe kapılıp gitmemek fikrinin gelip dayandığı yerlerden biri isimsizlik.
İlkbahar çocukluğun asude zamanı fakat aynı zamanda doğru ve eğri olanın bir bulanıklık içinde insan zihninde kaynaştığı bir dönem. Çocuk uyanır uyanmaz fıtratı gereği ibadet ediyor. Yemyeşil bir ortamda Buda heykellerinin etrafında huşu ile koşup oynuyor, ağaç yaşken eğilir sözünü doğrularcasına. Rahip olması için ailesi tarafından emanet edildiği Usta’sıyla yaşamaktan memnun, hayat kurtaran ve öldüren bitkileri öğreniyor ilkin.
Filmin imaları ve iğvaları şehrin örseleyen kirleten ruhu zedeleyen dağdağasından kaçıp doğaya sığınmak yönünde gibi görünse de, bunu çok küçük yaşta başaramayanlar için umut vaadetmiyor bir yandan da. Öyle ya insan modern hayat içinde öğrendiği onu geliştiren ya da varlığına saldıran sayısız bilgiyi unutabilir mi, bildiklerini bilmiyormuş gibi yapabilir mi? Saf ve sade bir yaşamı anlama algılama hatta arzulama şansımızı kaybettiğimizi yüzümüze vurmuş yönetmen. Hayatı kelimelerle ilk idrat ettiği konuşmaya ve anlamaya başladığı demlerde kayaların arasındaki gölde eliyle balık tutarak yaşamaya başlayan çocuk, o büyüleyici ve engin atmosfere rağmen o kadar da masum değil. Masumiyetini kaybetmesine yol açacağını bilemeden suda rastladığı bir yılan, bir balık ve bir kaplumbağaya küçük taşlar bağlayıp bırakıyor eğlenceli çığlıklar atarak. Her şeyin tomurcuğa çiçeğe durduğu bir mevsimde balığın ve yılanın kendi eliyle ölümüne şahit oldu. Sadece kurbağa kurtulmuştu bu çocukluk oyunundan. Bu daha ilkbaharı insanoğlunun.
Yaz
Delikanlı oldu çocuk. Ustası arada sırada sırtına taş bağlayıp gün boyu yüküyle gezmesini böyle ibadet etmesini istemişti ondan. Yükünü taşımayı, onunla yaşamayı öğrenmesi gerekirdi. Yılan ve balık hep aklındaydı ama. Ne zamanki bir anne fiziki ve ruhi sıkıntıları iç içe geçmiş gencecik kızını tedavi ve şifa için Usta’ya getirip bıraktı o gün dünyaya bulaştı talebe. Ruhu kurtulduğunda bedeninin de kurtulacağını uman anne gittiğinde, ne örf ne gelenek ne de kızın getirdiği toplumsal yaptırımlarla dolu zihin, gençlerin yakınlaşmasına mani olamadı. Korunaklı kalma büyüsü bozulmuş talebe kızın peşinden dergahı terketmiştir. Aşkın gücüyle iradenin zafiyeti arasında serbest bir alandır bu.
Sonbahar
Usta yaşlanmış saçları ağarmış yüzen evde tek başına uzletini yaşarken, mücrim birinin eve doğru gelmekte olduğu haberi ekmeğine sarılı olarak gelen gazeteyle gelip onu bulmuştur. Bir adam bir kadını öldürmüş ve saklanmak için bu ücra mabedi seçmiştir. Talebeden başkası değildir o. İnsan tek kişi, iki kişi olunca tutkular başlıyor ve işin içinden çıkmak zorlaşıyor. “Dünyada mutlu yaşadın mı, insanların dünyası sana acı verdi mi”sorusuna “karım başka adamla kaçtı” diye cevap verir talebe. “Beni aldattı ben de onu öldürdüm” derken haklılığından şüphe etmez. Usta’nn bir süre sonra ölüm saatinin geldiğine kanaat getirdiğinde ağzını gözlerini bantlayıp kendini yakması da inancının devamı. Fakat bundan önce talebenin ruhunun cinayetten arınması için suç aleti olan bıçakla kutlu sözleri avludaki tahta zemine yontarak yazmasını ister. Yazmakla bağışlanmak arasında bir bağ kurulur. Yazdıkça arınır ve cezasını çekmeye razı olacak kıvama gelir. Onu almaya gelen iki dedektif polise teslim olur gönül rahatlığıyla, polislerin adı vardır ama dünyalı olduklarından; Ji ve Choi.
Dünyevi olaylardan soyutlanmayı ve dengeyi temsil eden balığı öldürerek kendine zarar verse de yenilenme ve dönüşümün sembolü kurbağanın ipini çözerek kendine bir imkan bahşedebilmiştir.
Kış
Cezasını çekmiş yaşlanmış biri olarak eve döner bir kez daha. Hayatın ustası kendisi olmuş ustasının yerini almaya gelmiştir. Ev yaşanamayacak kadar soğuk ve metruk. Eski talebe buz tutmuş gölün üzerinde yürürken gezip dolaştıkları kayık donmuş buza saplanıp kalmış. Etrafındaki buzları kırınca yanmamış odunları buldu. Bu Usta’nın hala ona bir yolla ısı ve ışık vereceğinin emaresi, ruhunun diriliğinin işareti. Artık Usta olduğundan gelenler oluyordu. Ağlayan bir bebeği bırakıp kaçmaya çalışan yüzü örtülü bir kadının göldeki çatlaktan suya düşüp ölmesi, ölünün yüzünü açan Usta’nın onu bize göstermemesi de yönetmenin sırrı olsun. Bu rüyayla gerçek arası sürreal bir sahne belki. Günaha bulaşan kadının kendiliğinden ölmesine dair bir bilinçaltı arzuzu. Günahın bir parçası olmaktan kurtulması istenen bebeğin yeni bir imtihan olarak kapısına bırakılması. Kimbilir belki de hiçbir şey sui zan ettiği gibi değildi.
Ustasının uyarısıyla hayvanların ipini çözmek için göle koştuğunda kurbağayı kurtarabilmiş fakakt yılan ve balığın ölümünü engelleyemişti. Canlılara yaptığı eziyet ve hak ihlali onu ömür boyu takip etti ve peşinden geldi. Bu onu insan öldürmeye kadar sürüklemişti ne yazık ki. O taşlar artık kalbinin yüküydü ve yerinden oynamamıştı yıllar boyu. Sırtına ağır bir kaya bağlayıp dere tepe yokuş iniş yürürken görüyoruz Ustayı en son. Kayayla yürümek hiç kolay değil. Ama balığı ve yılanı öldüren yük insanı öldürmüyor kolayına. Ahzap-72. Ayeti hatırlatıyor bu durum: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu insan yüklendi. Şüphesiz o çok zalimdir, çok cahildir.” İnsan sırtında nice kayalarla uzun süre devam etme kabiliyetine sahip. Dayanıklılığı dillere destan bir varlık.
Tekrar İlkbahar
Mabede bırakılan beş yaşlarında bir rahip adayı. Bir balığa taş bağlamaya çalışıyor unutulmaz bir film müziği eşliğinde. Aynı şen şakrak zalim masum gülüşler. İnsanın döngüsünü tamamlamaya çalışmış Kim Ki Duk.
Film Hermann Hesse’in Sidartası’nın izleriyle dolu. Genç yaşta nefsini tezkiyenin yoluna çıkan bir nirvana yolcusunu anlatır o da. Ölümlü olan herşey gibi insan da hızla değişerek devran eder bu dünyada. Filmdeki göl yerine bir nehir vardı romanda, kayıkla iki yanına sürekli seyahat edilen. Bir yanda nirvana huzur yatışmışlık ve yüklerden kurtulma öte yanda sonu gelmez arzular para ve ihtişam. Aslında bütün inançların temelinde süfli olanı terketme ve gereksiz yüklerden kurtulup hafifleme, herşeyi yerli yerine koyma terbiyesi var.