Hatırlanacağı üzere, kültürün deruniliği, 2012 yılının başlarında bir dizi tartışma konusu olarak memleketin gündemine girmişti. Yazarlar, çizerler ve sözü olan pek çok kişi konuya dair görüşlerini tartışma kapsamında serdetmişti. Bu süreçte meseleye dair destekleyici yeni deliller getirilmiş ve konunun esasına ilişkin bir tartışma zemini oluşturulmaya çalışılmıştı. Açıkçası, genel anlamda, tefekkür dünyasının meseleyle ne denli ilgili olduğu kuşkuyla karışık bir şekilde dile getirilebilir. Zira konunun hak ettiği ölçüde felsefi ve epistemolojik bir zeminde ilerlemesi gerekirken hızla politik görüntüye dönüşüvermesi anlamlı bir sonucun elde edilmesine de imkan tanımamıştı. Şark'taki hemen hemen pek çok şeyde olduğu gibi en sıradan bir konunun bile gelip siyasi bir zemine oturması bilindik bir süreç sonuçta. Dolayısıyla son tahlilde manevi bir meselenin maddi bir bünyeye dönüşerek anlaşılmak şöyle dursun vakıayı daha da çetrefilli bir sonuca yaklaştırdığı bir türlü görülemedi. Bununla birlikte konunun, alanında, fikri olarak tartışılıp tartışılmadığına ilişkin net bir şey de söylenemez. Ancak fiili yani uygulamalı bir çehre içerisinde ele alındığından yahut zihinlerdeki yeri dolayısıyla mecrayı belirlediğinden kısmen bahsedilebilir. Çünkü tartışmanın bir şekliyle ve kuvvetlice, düşünce ürünlerinde olmasa da, kamusal faaliyetlerde hâlâ devam ettirildiği görülebiliyor.
Çok tartışma kaldıracak mevzu olmakla birlikte basitçe insanın zihnen ikna olmak için iki fiziki unsura ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Bunların ilki görünürlük diğeri de dokunulabilirliktir. Her ikisi de Ademoğlunun uzaydaki konumuna karşılık gelmesiyle bir anlam kazanmış oluyor aslında. Koordinatın mevcudiyeti, zaman ve mekan düzleminde bir yer işgali onun varlığına bir delil kabilinden görülebilir. Bu bakımdan fizik ürünün tedavüle sokulabilmesi yahut algılanabilmesi de kendi cinsinden bir başka ölçüye ihtiyaç duyuyor. Ölçülerin karışması, tutarlılığı da yerle bir ediyor son tahlilde. Konumun varlığı, en azından, mukayese imkanını mümkün kıldığı için tek çıkış yolu olarak düşünülebilir. Anlamaya veya üretmeye çalışmak için görünene ve dokunulana duyulan ihtiyaç, boyut sebebiyle, kaçınılmaz bir sınır oluşturmakta. Keza anlamadan üretilecek olanın da benzer nicelikte olması bu sebeple ehemmiyetli. Aksi takdirde anlamdan nasıl bir yorumun çıkarılmasının gerektiği de müphemlikle karışık bir görüntü çizmekte. Zaten kadim kural gereği çekirdekleri aynı olanların aşılanmasında gösterilen titizliğin fizik ile metafizikte de izaha yer bırakmaksızın uygulanması gerekiyor. Yoksa süt akan çeşmeden su, su akan çeşmeden de bal akıtmak ölümlülerin hakkı değildir.
Metafizik meselelerde ise fizik, doğrudan bir içerik kaynağı olarak ortaya çıkamaz. Belki, izahın fizik anlamda anlaşılması yahut zihinde şekillenmesi için bir benzetme aracı olarak kullanılabilir. Zor olan, görünür olanın görünmeyen üzerinden anlaşılmasıdır ki kültür tam da bu ince çizgide tezahür eder. Belki de sırf bu yüzden dünyanın Batı yakası görünen, Doğu yakası da görünmeyen üzerinden kendini ifade etmesi mümkün olabilmektedir. Her türlü zihnin kendi atmosferini inşa etmesi doğaldır. Atmosfer, tefekkürle inşa edilirken maddi ürünlerle de temas edilebilir bir güncelliğe kavuşur. Maddi duruş fikrin zaman ve uzay düzleminde bir boyut kazanmasıdır. Ürünün koordinatlara sahip olması onun anlam yüklü olmasıyla ilgilidir. Konum, duruş, vecih ve hareket, maddenin onun üreticisi olan akılla kurduğu hem bağın hem de yüklü olduğu deruni niteliğin zuhurudur.
Deruni nitelik tekstle zuhur eder. Metin ise iki biçimde ilerleme gösterir. Maddi bir forma dönüşmüş olsa da gerçek anlamda ikili bir hiyerarşi ile ele alınmayı zorunlu kılar. Bu hiyerarşide metin, asıl ve füru olmak üzere iki temel kaynak şeklinde gelişim gösterir. Kültür bu iki kaynaktan beslenerek zenginleşir yahut fakirleşir. Tekst ana metnin kendisiyken bu kaynaktan çoğalarak gelişenler ikincil kaynakları ortaya çıkarır. Bunun sebebi ilk temas ve sonrasında bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan anlama mecburiyetidir. Anlama olmadan bir fikri strüktürün kurulabilmesi de zaten mümkün değildir. İmlerin, hafızadan dış dünyaya geçerkenki halinin karşılık geldiği duygu, düşünce ve fiil olarak ortaya çıkması, varlığın nasıl anlaşılması gerektiğini meydana koyar. Her bir ortam, zamana göre takınılacak tutum bakımından da önemlidir. Tekstin konuşması ya da konuşturulması yaşamsaldır; yorum kültürünü oluşturur. Fark ise yorumun farklılığından kaynaklanır. Farklılıklardan ise önce tefekkür sonrasındaysa ondan mütevellit maddi unsurların görünürlüğü ortaya çıkar. Bu bağlamda tefekkür önce, görünürlük sonradır.
Tekstin konuşturulması ve sonrasındaysa kültürün üretime geçmesi meselesi, birbirinin aynıdır. Antik Yunan, Abbasi, Sicilya ve sonrasındaysa Avrupa, tekst üzerinden, kaynakların, kaybolanlarının ortaya çıkarılması, var olanların da yorumlanması üzerine kuruludur. Metnin zaman ve mekan ölçeğinde yeniden konuşturulması maddileşmekle alakalıdır. Bu yüzden her bir kültür havzası, kaynakların bulunması ve yorumlanması örnekleriyle doludur. Yorumlama işlemi bittikten sonra maddi unsurlar, olgunlaşma sürdükçe feveran eder. Çünkü bu yaklaşım insanın tanrı, insanın evren ve evrenin tanrıyla olan ilişkilerinin formüle edilmesiyle yakından ilintilendirilebilmesini de mümkün kılar. Son tahlilde bu bir varlık meselesidir. Bu olmadan, bu dert edilmeden yeni bir söz söylenmek de mümkün değildir. Metin bu bakımdan en mühim olanıdır. Eserler bu temeller üzerine kurulur. Dayanak teşkil etmesi sebebiyle kurucu metinler zaten bu yüzden birer kurucudur.
Anlamın akıllara nüfuz ve sirayet edebilmesi, bir şekilde yorum kültürüyle ilişkilendirilmesini zorunlu kılar. Zaten anlamın metinden çıkarılarak görünür kılınması da yorum sayesinde mümkün olur. Misal olarak geleneksel kültürün varlığı anlamlı kılması, bu süreçte estetik duyguların stilizasyonu ile mimaride, grafolojide, nesirde, sanatta ve diğer alanlarda görünürlüğüne imkan tanır. Benzer bir süreç Avrupa'nın kendisinde de yaşanmıştır. Temel kaynakların bulunup, metinlerin üzerindeki uzun uğraşların Avrupa’ya yeni bir soluk kazandırdığı ortadadır. Süreçte üniversiteler ve akademiler büyük roller üstlenmiştir. Metnin dini ve ahlaki olandan mesleki olana doğru evrilmesi bahsi edilen çabaların neticesinde gelişim göstermiştir. Anlama ve yorumlama metinden yola çıkarak geometrik bir araç haline dönüşmüştür. Maddi dünyanın umranı bu sebepten kaynaklanmaktadır. Fizik bilimlerin görece gelişmesi yanında sanatın da bu çerçevede yaygınlık kazanması, metnin yorumuna bağlı kalınmasıyla ilgilidir.
Gelenek meselesinin en önemli özelliği ise estetik ile ahlakın stilizasyonudur. Geleneğin nerede ve ne zaman başlıyorsa o zaman ve o yerden beri elde edilenlerin tasnif ve alakalandırılmasıyla bir ilgisi mevcuttur. Geleneğe kelime anlamıyla egzistansiyalist bir hayat yaklaşımı da denebilir. Sindirme ve temayüz etmek meselesi öyle sanıldığı denli kolay bir ameliye olmadığından zamana ve emeğe ihtiyaç duyar. En azından Hz. Musa'nın İsrailoğulları ile Sina Çölü'nde dolaşmasındaki gibi kırk yıllık bir zaman dilimi olmazsa olmazdır. Sonuçta bir soyutlama gerekir ve bu durum geleneğin işlerliğe geçip geçmediğiyle yakından irtibatlıdır. Şimdi tüm bunlar dururken zaman ve birikim, daha doğrusu bilgi ve hikmet serencamı olmadan soyutlamaya gidilebilmesi, iyi niyetli ancak yetersiz bir çaba olarak kalmaya mahkumdur. Dolayısıyla çaba, imgeleme girişimleri olarak tavsif edilebilir. Soyutlamada, stilize etme yanında estetikle yoğrulmuş ahlaki girişimlerin gelenekten daha başka bir kaynağa dayanmasının gerekliliği kaçınılmazdır. Bu kaynak ise hiç kuşkusuz teksttir.
Geleneğin devamında tekstin hiç şüphesiz yaşamsal bir kıymeti mevcuttur. İmaj ise tekstten üretildiği için tekst asıl, imaj talidir. Tekst son tahlilde ifade etme biçimiyle kelam yani sözdür. Tekstin karşılığı kitaptır. Kitap ise doğrudan doğruya maddenin dışındakinin zuhur ettiği bir "mekan"dır. Bu yüzden tekstin iki ana yükümlüğü mevcuttur. Soyutun ve zihindekinin kayıtlı hale gelmesi yüzünden somut olması, yer ve mekan haline dönüşmesi, diğer yandan işaret ve kendine özgü bir dil ile konuşabilmesi mühimdir. Diğer yükümlülüğü ise bir kayıt ortamına geçirilmeksizin zihinde muhafaza edilebilerek her an kullanılabilmesidir. Bu özelliğiyle zamandan ve mekandan uzakta bir niteliğe bürünmüş olması dikkat çekicidir. Dolayısıyla tekstin geçişliliği esnekliğiyle yorumlanmasını mümkün kılar. Böylesi bir özelliği olan tekstin en önemli ve tek özelliği anlam üzerinde kurulması yahut alakalı olmasıdır. Bu yüzden tekstin aslında anlam demek olduğu da bir kez daha vurgulanmalıdır.
Metin ile görsellik arasındaki başkalaşım en iyi roman ve şiirde tespit edilerek anlaşılır. Tekst ile imaj arasındaki en önemli dönüşüm son tahlilde sinemadır ve sinema romanın sonucu olarak düşünülebilir. Burada uzun uzadıya romanın serencamı anlatılacak değildir elbette. Ancak roman şiirden daha açık, daha anlaşılır ve daha gündeme aittir. Şiir ise metaforların karmaşık taşıyıcısıdır. Bu çerçeveden bakıldığında şiir metaforların taşıyıcısı ise roman maddenin temsilidir. Maddede gündelik yaşam yanında düzen kurgusu da görülür. Şiir ise muğlaktır. Ezberlenmiş mısralar etkileyicidir ancak hakikatin tezahüründen çok ruhun okşanmasına yatkındır. Sosyalleşme bu bakımdan fikri çerçevede ve dar bir alanda yaşanır. Kitlesel temaslar ve toplumun benlik sorunları romandakinde olduğu gibi ele alınmaz. Ele alınma ise hiç kuşkusuz bir tartışma ortamının doğmasıyla alakalıdır. Zaten teknik anlamda şiir tek, roman çok seslidir.
Bu mecrada tekstin bir kurucu kaynak olarak korunması önemlidir. Zira mevcudun bu denli korunabilmiş olmasının da tartışılabilirliği hem hak hem de mümkündür. Ancak klasik kaynakların korunması yanında anlaşılmasının da bir gelenek halinde devam ettirilip ettirilemediği, meraklısına malum olan bir hakikattir. Son bir asırlık süre boyunca klasik metinlerle olan temasın bile isteye ya da başka nedenlerle kesintiye uğratılmış olmasının herhalde sadece doğrudan modernleşme uygulamalarına bağlanması mümkün değildir. Sonuçta geçmişle olan bağların travmatik bir şekilde kesintiye uğratılması sığınılacak kutsal bir aguş da değildir. Tüm baskı unsurlarına karşın geleneğin ve anlama yöntemlerinin korunmuş olmasına en güzel ve özel delil Yahudilerin binlerce yıl boyunca Kabala ve Talmud usullerini muhafaza etmeleri gösterilebilir. Öyle olunca bir delil ve burhan anlamındaki tekstlerin her şeye karşın korunamamış olmasının kütüphanelerde muhafaza edildikleri anlamına alınmaması gerekir. Bu cümleden kasıt metinlerin konuşturulması yoluyla korunmalarının sürdürülmeleridir. Çünkü tekstin konuşturularak bilinç oluşturabilmesinin yegane yolu tahriçler, haşiyeler ve tefsirlerdir. Yoksa iki kalın kapak arasında alınmış fotoğraflardan oluşan kopyalar, metnin konuşturulmasına imkan tanımaz. Pahalı hard-coverlarla ciltlenmiş birinci hamur kağıtlara basılmış hazinelerin bu halleri içi doldurularak salonları süslemesi için sergilenen trofelerden zerre bir farkı bulunmayacaktır. Tekstlerin bu şekilde üretilmeleri tam da izah edilmeye çalışıldığı üzere imajın bir görüntü olarak bilginin yerine geçmesiyle anlaşılabilir. Tekst başka bir şeydir; imaj ise bambaşka bir şey. Son tahlilde imajdan kültür üretilemez!
Kültürün görünür olmasıyla toplayıcılık arasında da sıkı bir ilişkiden bahsedilebilir. Çünkü toplayıcılıkta maliklik fikri bilinç düzeyine erişir. Bu yüzden kültür üretimi kapsamında ele alınacak başka bir husus ise her alanda ürün toplama ve maliklik meselesidir. Bugün toplayıcılığın zenginlikle ilişkilendirilmesi, eklektik ve estetik bir zevk ürünü olarak görülmesi mümkün değildir. Zira toplayıcılığın bir bilgi birikiminin eseri olarak anlaşılması daha doğal olacaktır. Batı'daki müzelerin böylesi bir bilgi biriminin neticesinde ortaya çıktığını düşünmek gerekir. Oysa toplayıcılığın bugünkü yorumunda bir statü edinme ihtiyacının varlığına vurgu yapmak da mümkündür. Gelenek bağlamında en iç halkadan en dış halkaya doğru genişleyen bir değerler zümresinin miras olarak getirilmesi başka bir şey, onu zaman kısıtı olmadan birden bire sahiplenilmesi ise başka bir şeydir. Burada görünür ve görünmez değerler silsilesinin nasıl önemli bir işleve sahip olduğu bir kez daha tekrarlanabilir. Hiç kuşkusuz geleneğin nesiller boyunca işlenerek gelen ve üst üste katılan anlamlar dünyası görünür değildir. Geleneğin görünür maddi bir unsur olmaması yanında ancak nesiller boyunca bilgiyle aktarılabilirliği başka bir boyuta evrilmesine yol açmıştır. Toplayıcılık yanında gelenek ve gelenekselleşen bilginin sanatın dallarında somutlaşması, dönüşüm anlamına gelmektedir. Buradaki öncelik ve sonralık, mühim bir süreçtir. Buna karşın geleneksizlik, diğer bir deyişle manevi birikimlerin yokluğu ya da yetersizliği, dönüşümü mümkün kılmaz. Yetersiz bilgi birikimi ve geleneksizlik maddi unsura dönüşme sürecini hem kadük hem de hastalıklı kılar.
Toplayıcılığın en bariz örnekleri olarak müze, kütüphane yanında tek tek plastik sanat eserleri ve objeler sayılabilir. Bir hobi olarak görülmeye çalışılan toplayıcılıkta sahip olmak fikri daha baskındır. Hobi olarak görülen toplayıcılığın biriktirilmişlerin ne olduğuna bakılmaksızın bir bedel karşılığında el değiştirmesi de mümkündür. Oysa geleneğin yaslandığı bir metnin içeriği hatmedilmeden ve özümsenmeden kayıtlı olduğu ortamın malikliği ne derece mümkündür ki? Buna karşı bilgi zihinde yer ettiği ve taşındığı müddetçe taşıyanın malı ve mülkü halindeyken bu yaklaşım neyin nesidir? Son tahlilde meydan ve lokma görmemiş dışarlıklıya meydan nedir, lokma nedir? Öyle olunca meydanı açmak, meydana sahip olmakla mümkün olabilir mi hiç?
İmajın varlığı görünürlüğe delalet ettiğinden bir mütekabiliyet ilkesini de beraberinde getirmektedir. Asıl ile yansı arasındaki ilişkide mevzu, bir varlık ve yokluk temasının yerli yerine oturtulmaya çalışılmasında olduğu gibi kendini iyiden iyiye hissettirir. Tam da burada asıl ile yansısı yer değiştirir. Zamanla yansısı aslının yerine geçer. Sonrasında yorumla anlaşılmaz bir hale gelen ve özünden uzakta kalan cevher, etkinliğini yitirir. Aslın yeniden parlak bir hale içerisinde kendini ifade edebilmesi ise kaynakların sıkı sıkıya muhafaza edildiği tekstin konuşturulmasıyla mümkündür. Oysa imajın epidemik bir hal alması, ilerleyen dönemlerde tekstin unutulmasına da yola açabilecek bir girişimdir. Kültürün tahayyülden nesne haline getirilmesinin muhafazakar bir bilinç düzeyini zorunlu kıldığı düşünülse de bu yaklaşım maddi modernist bir peçe olarak telakki edilebilir. Son tahlilde dokunulabilir ve görülebilir olması zorunlu eylemleri icra etmeye imkan tanıyacak bir objeye dönüşecektir. Bu pratikler ise zihinde bir memnuniyet ve görevi yerine getirme hissiyle neredeyse eşdeğer bir durumla karşılaştırılabilir. Misal olarak geleneksel ve bazen de kültürel nitelikteki senkronize deruni hareketlerin podyumlara uyarlanması ve bir seyirci kitlesine uygun hale dönüştürülmesi bu bakımdan önemlidir. Zira yapılan işlem dar çerçevede kalması icap eden ve bir şekilde giz, sır ve hürmete layık bir törenin faş edilmesinin arkasındayken, görmek ve öğrenmekten çok iştirak ve görevi yerine getirerek ruhen tatmin olmak hedefi öncelik kazanmaktadır. Bir başka örnek olarak önemin nesneleşmesi de imajın tekstin yerine geçişi verilebilir. Burada da metnin mana içeriğinden uzakta üç boyutlu bir görsellik yeterli olabilmektedir. Çünkü böylesi bir metotta göz teması son derece önemlidir. Hz. Meryem’in Avrupa kültüründe çeşitli nedenlerle bir zambak çiçeği ile simgelenmesi bu meselede ele alınabilecek niteliktedir. Bir başka metnin yukarıda izah edilen süreçlerin izlenerek simgesel bir halde somutlaşmasına Hz. İsa’nın çarmıhtaki görüntüsü örnek olarak verilebilir. Oysa metin başka, bunun görünür hale sokulması bambaşka anlamlara gelmektedir; görünür olan, ibadet boyutunda bir nitelik ve niceliğe dönüşmektedir.
Geleneksel olarak muhayyile ile ortaya çıkan tefekkür dünyası hep merkezden uzakta olmuştur. Her gelenekte kültür, nokta hükmündeki ilmin zaman ve mekan boyutunda değişim göstererek anlamlı bir hale dönüşmesinde tekste muhtaçtır. Bir bilgi kaynağı olarak metafizik menbalar mevcutsa da bunlar da son tahlilde tekstin tefsirinde ya ona muhtaç ya da onun tamamlayıcısı hükmündedir. Merkez, ışıkların yıldızları görmeyi zorlaştırması gibi imgeler dünyasının keşfini zorlaştırır; keza tekstin satır aralarıyla kelime köklerinde yatan anlamlarını keşfedilmesine mani olur. Görünen kolay, görünmeyen anlaşılmakta zordur. Bakmakla görmek arasında bu yüzden fark vardır. Görüneni görmemek fiziken mümkünse de görünmeyeni görmek de ilmen mümkündür. Bilginin miras olarak aktarılabilmesi tekst denilen metne ait bir becerinin kendisidir. Dönüp geriye bakıldığında kültürün kaynağının ne olduğu üzerinde durmak gerekir. Kültür, gelenek üzerinden mi ilerlemektedir yoksa gelenek diye kabul edilen somut ancak kötü replikalarla mı devam ettirilmektedir? Son tahlilde tekst ölümsüz, imaj ise ölümlüdür. Şimdi soralım; güncel (contemporary) mevzu ve mevzi kültürün kaynağı tekst midir imaj mıdır? Ne var ki görünenin aldatıcılığına kapılmış akıl ve yüreklere ancak görünmeyenin hakikiliği soluk verdirebilir.