Ana SayfaYazarlarKlişeler: BTÖ, soykırım, sözde soykırım

Klişeler: BTÖ, soykırım, sözde soykırım

[26 Ekim 2015] Dün, yani 25 Ekim Pazar gecesi, Nâgehan Alçı, Haluk Kalkan, Orhan Miroğlu ve ben, aHaber’de, Murat Gener’in yönettiği “Toplumsal Hafıza” programındaydık. Daha çok PKK’ya, Öcalan’a ve Demirtaş’a; HDP’deki kuşak, ekip ve çizgi değişimine; Esed-PYD anlaşmasına ve “Türkiyeli” çözümden kopuşa; Türkiye’yi kendi kendini yönetemeyen bir ülke gibi gösterme, bunun için de seçimlere şimdiden gölge düşürme çabalarına; bu bağlamda, benim neo-mandacı dediğim iki “aydın” bildirisine; bu çabaların nasıl Sovyet-sonrası rejimlerde şu veya bu seçimden giderek karışıklık çıkarıp sonra Batı’yı yardıma çağırma modeline oturduğuna dair (ki bu önemli katkı Haluk Kalkan’ındır) bir yığın şey konuşuldu.

 

Lâf döndü dolaştı, bir ara Tahir Elçi’ye geldi. Orhan Miroğlu, herhangi bir kişinin şu veya bu bağlamda pekâlâ “PKK terör örgütü değil” diyebileceğini ve bunun hiç de PKK taraftarlığı anlamına gelmeyebileceğini, kendi yaşadığı bir örnekle anlattı. Bir vakitler ettiği benzer bir sözün şimdi nasıl önce genç bir MHP’li, sonra Ahmet Hakan tarafından bağlamından soyutlanıp  demagojik bir şekilde kullanılmak istendiğine dikkat çekti. Belki burada, uğradığı saldırıları hepimizin kınadığı Ahmet Hakan’ın da medya partizanlığına battığına dair bir imâ da söz konusuydu. Geçelim; aynı turda Miroğlu’dan sonra söz alan Nâgehan Alçı da lâfını esirgemedi. Tahir Elçi’yi hedef alan suçlama bombardımanının olsun, hukuki soruşturmanın olsun abesliğini, yanlışlığını, kraldan fazla kralcılığını gayet net ve tok bir biçimde vurguladı.

 

Hemen ardından, ben de aynı konuya girdim ve söylediklerimi, hatırımda kaldığı kadarıyla ve belki söylemek istediklerimi de katarak, buraya aktarmak gereğini duyuyorum. — Miroğlu’ya da, Alçı’ya da katılıyor ve hattâ işi biraz daha ileriye taşımak istiyorum, dedim: Birincisi, ben farkında değilim ama, TCK’da “PKK’dan her söz eden kişi mutlaka ‘terör örgütü’ nitelemesini kullanacaktır; aksi suçtur” diye bir hüküm mü var? Yani anladık, “yaşasın silâhlı mücadele” ya da “ne güzel adam öldürüyorlar, daha çok yapsınlar, elleri dert görmesin” demek, yasaların suç saydığı bir fiili övmek açısından tabii suç olabilir (ve olmalı) da, acaba nelerin denmemesi gerektiği, nelerin denmesi gerektiği noktasına taşınabilir mi? Ceza hukuku vatandaşların yapamayacağı şeyleri mi tanımlar, yoksa vatandaşları bazı şeyleri yapmaya mı zorlar? Bırakalım hukuku; sırf fikir planında, şu veya bu kişinin hangi deyimleri kullanmadığı, hayatın ve siyasetin neresinde durduğuna dair yeterli bir fikir verebilir mi? Bari Orhan Miroğlu gibi ben de kendimden söz edeyim. Herhangi bir şekilde PKK taraftarı veya sempatizanı, şiddet ve silâhlı mücadele yanlısı biri olarak yorumlanabilir miyim sizce? İyi ama, farkında mısınız ki ben de eski Taraf’ta yazmaya başladığım 15 Kasım 2007’den bu yana, sekiz yıl boyunca PKK hakkında hiç “terör örgütü” demedim ve bugün de demiyorum? Bakın, burada da söylüyorum işte, Tahir Elçi gibi, demediğimi ve demeyeceğimi. Olmayan bir suça iştirak gerekçesiyle, bana da saldıracak ve hakkımda soruşturma açılmasını talep edecek misiniz?

 

Ya da belki, belki, gerekçelerimi mi öğrenmek isteyeceksiniz? Bunlar arasında, Tahir Elçi’ye benzer düşünceler de var. Bir kere, daha nüanslı bir terminoloji kullanmayı tercih ediyorum. Benim geldiğim Marksist gelenek içinde, genel olarak siyasal şiddet ile özel olarak terör farklı şeyler. Örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyıl başlarında Orta Avrupa ve Rusya’da tam anlamıyla küçük, konspirativist, anarşist-terörist örgütlerden geçilmiyordu. Bütün yaptıkları silâhlı bombalı suikast tasarlamaktı. Faaliyetleri buna indirgenmişti. Buna karşılık Bolşevik Partisi, ihtilâlci şiddet yanlısıydı ve tek tük terör eylemlerine de giriyordu ama esas olarak terörist değildi (asıl terörü iktidara geldikten sonra estirmeye başladı). Osmanlıya dönelim; Daşnaksütyun gibi Ermeni örgütleri zaman zaman terör eylemlerinde de bulunuyordu ama aslî karakterleri terörist değil milliyetçi-ihtilâlci olmaktı. Bugün ben siyasette her türlü şiddete karşıyım ama bu tür ayırımları önemsemeye devam ediyorum. PKK’ya da hem çok karşıyım, hem daha dikkatli bir inceleyicilikle bakmaktan yanayım. “Terör örgütü” nitelemesi PKK sorununu basit bir “terörü bastırma” sorununa indirgiyorsa (yani PKK’nın Kürt halkının önemli bir kesimi içinde kök salmışlığını ve  bulduğu desteği gözardı etmeye yol açıyorsa), analitik bakımdan bunu da yanlış buluyorum.

 

Tam da bu yüzden, biraz daha genişleterek diyebilirim ki tavrımda, genel olarak klişelerden ve basmakalıpçılıktan bıkıp usanmışlık çok büyük bir yer tutuyor. Her şeyden önce, herkesin her konuda — ya da belki sadece bazı kritik konularda bile olsa — aynı şekilde konuşma ve yazmasının istemek bana çok ürkütücü geliyor. Türkiye zaten buna fazlasıyla yatkın. Gayet otoriter ve devletten hiza almaya alışmış bir siyaset ve medya kültürümüz var. Ve bilhassa bazı “hassas” alan ve konularda, devletin kırmızı çizgilerine, âdetâ adı konmamış bir derin devlet programına itaat ve icabet, hep aynı formüllere riayetle ölçülüyor. İçeride veya dışarıda bir kriz patlak veriyor; sanki birileri gizli bir düğmeye basmış gibi, bakıyorsunuz herkesin dilinde hep aynı sözcükler. Faraza darbe oluyor; on ifadeden dokuzu ordumuzun bir kere daha vatanı kurtardığı etrafında dönüyor. Kışlalara “Orduya Sadakat Onurumuzdur” levhaları astıran Çevik Bir ekibince bir “Andıç” kaleme alınıyor; herkes elpençe divan duruyor. Sahte zabıtlarla gazeteciler işten atılıyor (Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand); meslekdaşlar arasında kalan gidene sırtını dönüyor. Geçmişte bu konformizmin en kötü örnekleri herhalde Ermeni sorununda yaşandı. Konu ne zaman alevlense, örneğin Fransa parlamentosu veya ABD Kongresinin önüne Ermeni soykırımının resmen tanınmasına (ve hattâ aksini dile getirmenin suç sayılmasına) ilişkin bir karar tasarısı gelse, ortalık “sözde Ermeni soykırımı iftiraları” klişesinden geçilmez olurdu. Bugün ise sahnede “terör” ve “terör örgütü” var. Diyelim şurada veya burada bir PKK saldırısı meydana geldi; hemen bütün gazetelerde, bütün haber metinlerinin yüzde 90’ı “terör örgütü… alçak… hain… kalleş saldırı” gibi, defalarca tekrarlanan beş altı kelimeden oluşuyor. Zaten bütün ordular gibi teknik açıdan kısaltmalara yatkın olan TSK, bu jargonlaştırma açısından tavan yapmakta: Artık Genelkurmay bildirilerinde “bölücü terör örgütü” ibaresi bir kere geçiyor; parantez açılıp (BTÖ) deniyor; sonra metnin kalanında sadece BTÖ kullanılıyor. BTÖ aşağı, BTÖ yukarı. Liberal demokrasi adına hoşgörüyü ve çoksesliliği savunması gereken yayınlar ve yayıncılar, “terörü lânetleme” yarışlarına giriyor. Hah, yakaladım; bak gördün mü, sen lânetlemedin işte. Hayır, ben lânetledim ama asıl senin falanca yazarın [Emre Aköz] geçmişte lânetlememişti; ayrıca gene geçmişte lânetlemeyen bazı AKP vekilleri de var [Orhan Miroğlu]. Yaa, ne haber; şiştin mi şimdi; bu atışmadan 2-0 biz galip çıkıyoruz. Tahir Elçi olayında Sabah gazetesinin Ahmet Hakan’ı manşetten suçlamaya kalkması, Ahmet Hakan’ın da aşağı yukarı bu şekilde karşılık vermesi, aşağı yukarı bu çerçevede ve seviyenin nerelere indiğine tanıklık ediyor.

 

Nihaî ironi de şu ki, geçmişte bu tür klişeci saldırganlıklardan çok çekmiş olanların kendileri, günü geldiğinde son derece klişeci kesilebiliyor. Nitekim Ermeni sorununda, bir “sözde soykırım” fetişizminin simetriği, aynadaki aksi gibi, bir “soykırım” fetişizmi de söz konusu. Benim Kürt sorunu ve PKK gibi bu konuda da nerede durduğum onbeş (15) yıldır ortada. Bir yandan, isteyenle istediği kadar tartışırım, evet, soykırımdır. Diğer yandan: habire soykırım demenin, ya da bütün tartışmayı “soykırım mıydı, değil miydi”ye indirgemenin bir yararı var mı? Hayır, yok. Çünkü bir, tarihsel bir tartışmayı bir hukuk tartışmasına dönüştürüyor; tarafları doğru ve yanlış üzerinden değil, dâvâcı ve dâvâlı (sanık) üzerinden ayrıştırıyor. İki, gerçek tarihsel kavrayışın (real historical understanding) yerine bir klişeyi geçiriyor. Üç, özellikle Türkiye’nin kulak vermesi ve dinlemesini çok zorlaştırıyor. İknanın yerini nakarat alıyor. Yıllardır hem yeri geldikçe soykırım demeyi, hem de işin bu diğer boyutlarını anlatmayı sürdürüyorum. Yeri gelir, Türk milliyetçileri soykırım dememe kızar; yeri gelir, Ermeni milliyetçileri aslında gizli bir inkârcı olduğum için soykırım demediğimi vehmedip ona kızar; bu böyle gider.

 

Geçenlerde yine böyle bir şey geldi başıma. Workshop on Turkish-Armenian Scholarship (WATS: Türk-Ermeni Araştırmaları Atölyesi) diye bir sivil toplum insiyatifi vardır, bu konuda çalışan bilim insanlarını bir araya getiren. Ron Suny ile Fatma Müge Göçek başlatıp sürdürüyorlar. 2000’den bu yana, ilki Chicago’da olmak üzere düzenledikleri ve sahayı özgürleştirip diyalogu genişletmeye muazzam katkısı olan konferansların dokuzuncusu, Sabancı, Michigan ve USC üniversitelerinin işbirliğiyle 1-4 Ekim’de İstanbul’da gerçekleşti. Ben de bir paneled bir tebliğ verdim, sırf genel kamuoyunun kolayca ulaşabileceği, Türkçe olarak yayınlanmış kaynaklar üzerinden 1915’te ne olduğuna dair basit bir dersin nasıl verilebileceği, işlenebileceğine dair. Böyle on basılı kaynağı alıp birbiriyle ilişkilendirdim ve soykırımın ideolojik arkaplanından girip gerçekleşme mekanizmalarından çıktım. Zerrece farkında değilim ama sonradan söylendiğine göre — konuşmam baştan aşağıya bir soykırım demonstrasyonu olduğu halde — ah, o kutsal ve gizemli g-word’u, soykırım sözcüğünü kullanmamışım anlaşılan. Bitti; yanyana oturan iki genç peşpeşe el kaldırdı: “Soykırım sözcüğünü kullanmadınız, neden acaba? Bunun AKP’nin son dönem politikalarıyla bir ilişkisi olabilir mi?” Bu dolambaçlı ifadeyle kastettikleri de şu: Acaba AKP soykırımı reddettiği, siz de AKP’ye yakın olduğunuz için mi soykırım demiyorsunuz?

 

Güler misin, ağlar mısın? Dünyadan habersizliklerine mi yanayım; hayata gözlerini yeni açmış ve herşeyin kendisiyle başladığını sanan bir gençlik ultra’lığı içinde Türkiye’nin 2000’den bu yana katettiği yolu küçümsemelerine ve bu arada, AKP’nin attığı adımlara da sırf soykırım demiyor diye burun kıvırmalarına, hattâ bir hile ve kandırmaca gibi görmelerine mi; kırk dakika boyunca dinledikleri bir tebliğde, bütünsel içeriğe hiç kulak asmayıp, bula bula soykırım sözcüğünün geçmemesine takılmalarına mı? Sanırım cevabımda on kere filân soykırım demiş olabilirim; ayrıca başkaları da kalkıp “siz kime, ne diyorsunuz” kabilinden hatırlatmalarda bulundu; o toy ve sathî, ukalâ vicdansızlıkları içinde artık ne kadar anladılar, bilmiyorum doğrusu.

 

Fakat asıl sorun tabii slogancılık, kalıpyargıcılık ve klişecilikte. Düşünce işte böyle daraltılır, cendereye alınır, çok kısıtlı mecralara hapsedilir. Yunus Emrem sen bu sözü / Eğri büğrü söyleme / Yoksa bir Molla Kasım çıkar / Seni sigaya çeker. Tahir Elçi illâ “terör örgütü” demediği için; ben de kâh “soykırım” dediğim için kâh demediğim için,bu ülkenin nice Molla Kasımlarınca daha çok sigaya çekiliriz.  

- Advertisment -