Ayşe Kilimci şehirlerin hızlı değişiminin bıraktığı yabancılaştırıcı hasar üzerine yazmış: https://www.serbestiyet.com/yazarlar/ayse–kilimci/sehrinizkalbiniz-716194
Anladığım kadarıyla söylediğini çarpıcı şekilde ilk dile getirenlerden biri de Victor Hugo olmuş, “bu onu yenecek” bu ile kağıdı, o ile taşı kastediyor. Yani gazeteyi ve katedrali. Katedral Ortaçağ boyunca Hristiyan Avrupa şehirlerinin en baskın ve sembolik yapısı, yüzlerce kuşak, binlerce kişi o kenti onunla tanıyıp özdeşleştirmiş, yol-yordam, referans olmuş. Şehrin bina stoğunu temsil etmiş. 19.yüzyılın yeni olgusu günlük gazeteler. Attığı manşet, verdiği haber yayınladığı tefrika roman herkesin ortak hafızasına maloluyor. Gazetenin içerdikleriyle oluşan bu ortak hafıza, anıtsal katedralin yerini alacak kadar ileri gidiyor.
Ama Kilimci haklı, Hugo ne zaman ve ne demiş olursa olsun bir gazete, içinde yaşadığımız binaların, sokakların yerini tutmaz. İsteyen Floransa katedrali [Santa Maria del Fiore] ve çevresiyle elindeki gazeteyi kıyaslasın. Hayır orası başka da değil, o zaman Fatihliler Fatih, Cihangirliler Cihangir camiiyle kıyaslasın, Edirneliler de Üç Şerefeli ile…
Üstelik anıtlarla, hatta binalarla sınırlı da değil; onlarla birlikte kenti oluşturan sair fiziki çevre stoğunun tamamına kollektif hafıza diyoruz. Çünkü, farklı sınıf ve tabakalara mensup binlerce insan her gün o fiziki çevre örüntüsünü alımlayarak kuruyor yaşam alışkanlıklarını. Reklam tabelaları, vitrinler, arabalar, vs. o farketmeden geçtiğimiz ve yaşantımızın sürekliliğinin teminatı olan unsurlar… Üstelik sadece belli bir zaman aralığının insanları/kuşakları değil; birbirini izleyen kuşakların ortak belleklerini de buluşturuyor bu maddi unsurlar.
Basit bir örnek:1990’lara kadar İstanbul’da taksiler, dama tahtası deseniyle işaretlenirdi ki, kapılarının üst hizasından çepeçevre dönen dama desenli bir bant onların taksi olduğunun işaretiydi. Ne zaman ve nasıl değiştiğini bile unuttum ama sanırım New York’un sarı taksilerine öykünülerek sarı renkli olup çıktılar. Geçen gün aniden o dama desenini artık belediye otobüslerinin taşıdığını farkettim. Evet yine ne zaman ve nasıl olduğunun farkına varmadığım şekilde aynı dama desenleri bambaşka araçların üzerinde dökülmüş geziniyordu İstanbul trafiğinde. Kent belleği unsurları arasına statü farkları koyup küçümsememek lazım. Hangi aralıkta kaybolup gittiğini farketmediğimiz bir işaret, yine biz farkına bile varmadan sokaklara dökülüp yeni kuşakların hafızasında yer tutmaya başlamıştı demek ki.
Bu türden sürekliliklerin her zaman beledi/siyasi kararlarla gerçekleşmediğini, hatta genellikle adı konamayacak belirsiz aktarım mekanizmalarıyla farkında olunmadan sürdüğünü de akılda tutmak lazım. Sık başvurduğum örnektir: Fener ve GS taraftarları pejoratif vurguyla ezeli rakip Beşiktaş’ı “Arabacı”diye adlandırır. Arabacılığın statüsü düşük bir iş kolu sayılmasının saçmalığı bir yana; ne adlandıran ne de adlandırılan berisindeki arkaplanının farkındadır.
Oysa hikaye basit: 19.yüzyıl 2.yarısında, sarayın burnunun dibi Dolmabahçe’ye taşınmasıyla Beşiktaş’a bir hareketlilik gelir. 50 yıl sonra veya mesela şimdi olsa muazzam bir spekülatif değer artışıyla semtin toplam değerinin misliyle sıçrayacağına kuşku yok. O günün ne durgun inşaat ve gayrımenkul piyasaları ne de mali sermayenin cılız birikim kapasitesi böyle sıçratmalara hazırlıklı değildi. Ancak öte yandan gevşek profilli sosyal hareketlilikler de eksik olmamıştı. Koskoca bir devlet kapısı olarak saray herşeyden önce ciddi bir tüketim kapasitesiydi. Bu yakınlaşmanın Beşiktaş esnafı için nasıl bir devlet kuşu anlamına geleceğini tahmin etmek zor değil. İşte bu yeni kapasitenin yan ürünlerinden biri de kent-içi ulaşım sektörünün bu yeni odak ekseninde canlanması olmuş. Beşiktaş çarşısı saraya gelip-gidenlere servise hazır araba terminaline dönüşmüş. Yani bir tür “saray-taksi” durağına… Unutulup gitti tabii, ama, bireyseli ve kolektifiyle hafıza da böyle işler zaten. Bu gayet anlaşılır sosyolojik hikaye çok sonra dönüp-dolaşıp, sarayın dibine yerleşecek stadın tribünündeki taraftarın ağzına nedense pejoratif vurgusuyla oranın yerlisi rakip taraftarı kızdırma aracı olarak yerleşiverir. Üstelik kızdıran da kızan da ne Beşiktaş’ın ne Dolmabahçe’nin ne de bu yerel sektörel kıpırdanma hikayesinin farkındadır. Söyleyip, kızdırıp; dinleyip, kızıp, geçip giderler. Herhangi bir maç enstantenesine verilen şuursuz tepkiden farkı yoktur; yaşanır, tekrarlanır, unutulur, gider. Tıpkı önümüzden geçip giden otobüslerin ya da artık geçmeyen taksilerin dama desenli bantları ve Çırağan-Kempinsky öncesi Beşiktaş-Ortaköy sahil bandınının nasıl bir yer olduğu gibi.
1960’lar Beşiktaş’ının Çırağan Caddesiyle kesişme noktası; geri planda Sinan Paşa camii köşesi.
Önceki resimdeki dokuyu parçalayarak sahil bandıyla buluşan 50’lerin Barbaros bulvarı.
Pervitich haritasında iskelesiyle de birlikte 30’lar Beşiktaş’ı.
Hava fotoğrafındaki yalı-stat, Beşiktaş uhdesindeki Şeref stadıydı, yüzyıl başında yanmış Çırağan sarayı enkazının düzlenmesiyle ortaya çıkmıştı, bildiğim, Beşiktaş antrenmanını yapardı. Tribünü falan da olmadığından amatör okul maçları yapılır, top kaçınca takımın gözüpek yiğidi atlar, alır gelirdi.
Ardında Yıldız parkı, yanında amatör maçların oynandığı Şeref stadıyla Çırağan sarayı ve Çırağan-Kempinsky oteline dönüşmüş bugünkü hali.
Çırağan-Kempinsky ertesi Yıldız sahili.