Ana SayfaYazarlarKoşarken yavaşlar gibi…

Koşarken yavaşlar gibi…

 

Bazı filmler sadece sahneleri, konularıyla değil, replikleriyle de yer ediyor hayatımda.

Seyretmenin tadı zaten tamam da, koltuğumdan bir kitap okumuş gibi kalkıyorum.

Misal… Açıkhava Sineması jargonuyla Türkçe’ye “Meksika Ateşi” başlığıyla çevrilen “Old Gringo”.

Filmin ihtilâlci Meksikalı generali, ülkesine gelen yaşlı Amerikalı yazarı (Gregory Peck) mezarlıklarına götürür.

Yudumladığı içki şişesini uzatır ona:

“Al, sen de iç gringo… Biz ölülerimizi ziyaret ettiğimizde, yanlarına oturur içki içer, onlarla konuşuruz.”

Ardından sorar yaşlı adama, “Sen de ölülerini ziyaret eder misin?”

“Hayır, etmem” der adam, “Ama onlar sık sık beni ziyarete gelirler…”

 

Ölülerim, gerek rüyalarımda, gerek “onlarlı hatıralarımla” örülü hayatımda sık ziyaret ediyorlar beni.

Yediğim bir yemekten içtiğim çaya-kahveye-rakıya, oturduğum koltuktan kalktığım bir kapı çalınışına, bir kokudan bir mevsime… Geliyorlar.

 

Yedi yıl önce 17 Eylül 2012’de, 70 yaşında yitirdiğimiz Kurthan Fişek gibi.

Ben "sonradan görme" gazeteciliğime, 1990’da Aktüel Dergisi’nde Kurthan Hoca sayesinde başladım.

Mehmet Y. Yılmaz, Alper Görmüş, Alev Er, Reha Mağden’li Aktüel’in üstüne dergi yoktu o zamanlar.

Üniversitede akademisyenliğim “Yökzede” olarak noktalanınca, farklı arayışların ardından kadim arkadaşım Reha’nın gazına geldim:

“Kurthan Hoca Ankara bürosuna bir editör alacak. Sen başvursana…”

Üniversite ve ardından bir kamuoyu araştırma şirketi dışında bir yerde çalışmamıştım.

Kurthan Hoca’yı yüz yüze tanımıyordum, karşılaşmamıştım bile.

Tereddütle aradım, randevu istedim.

“Yarın 7’de gel” dedi.

 

Önce akşam 19.00 sandım (öyle de diledim), sabah 07.00’yi kast ediyormuş meğer.

Sabaha eren geceleri sevdiğim ve öyle yaşadığım için, İK açısından pek de emsali olmayan randevu saatine hiç uyumadan gittim.

Zaten İK da (İnsan Kaynakları) henüz keşfedilmemişti herhal.

Üç saat oturduk, konuştuk.

 

Sabah saat 10.00’da eşimi “Girdim işe” nidasıyla aradığımda, Hoca’nın kendi içerken ısrarla kahveme “damlattığı” viskilerden çakırkeyiftim biraz.

Sayesinde sabahım, bol yıldızlı, hoş bir ilkbahar akşamı gibiydi.

Sonrasında hiç ayrılmadık.

Kurthan Hoca Hürriyet’e geçti, ben de Hürriyet’e…

 

Her zaman erkendi Hoca’nın mesaisi…

Evden 6’da çıkar, eski Renault 12 makam arabasının teybinde duran arkadaşı Rahmi Saltuk’un kasetini dinleyerek, “Cenderme” türküsü, “Venseremos” marşı eşliğinde Gölbaşı’na giderdi arada.

Ardından güne tazelenmiş olarak, büroya…

Doğuştan sabahı hiç sevmeyen “gececi” ömrümde, sabahın köründe hocaya iki kez eşlik ettim.

 

Birinde sabahınan mangal yaktık.

Öğle rakısı nispeten ama “sabah rakısı” diye bir şeyin asla olamayacağını bizzat orada anladım.

Başta Recep, Kurthan Hoca'ya sürücülük/yoldaşlık edenler hastalanırdı sık sık.

Zira sonbahar-kış demez sabahın ayazında bile açardı arabasının, odasının pencerelerini. Sevmezdi sıcağı… Tenine, damarına ateş değmiş herkes gibi.

 

Gelen telefonları çoğu kez “Buyrun, ben Kenan Evren” diye açardı. İnada bindirirsen, yoktu pervası.

Mesai dışında keyifli briç saatleri de yaşadık.

Polisiye roman keyfini paylaştık. Simenon’u bana o tanıştırdı.

 

İnanılmaz hafızasıyla bizim ilk Google’ımızdı.

En abuk sorularımızı, yeri-zamanı, ayrıntısıyla anında yanıtlardı.

Türkçe’ye hâkimiyeti, asla harf hatası bile bulamayacağınız yazılarına en kıvrak biçimiyle yansırdı.

Keskin zekası, inanılmaz sistemleriyle at yarışı da oynardı.

Ama o yıllarda sadece kağıt üzerinde…

Yatırmazdı kuponları:

“Bir ata para yatıracak kadar eşek değilim…”

 

Sonra, sevgili babası Nusret Fişek’in zoruyla girdiği ODTÜ Kimya Mühendisliği’nde politikanın üç yıldızından ders aldığını öğrendim:

Süleyman Demirel-hidrolik, Turgut Özal-matematik, Necmettin Erbakan-mekanik, Erdal İnönü-fizik…

ODTÜ Kimya’dayken bir tek Özal’ın dersinden geçmiş, Sıfırcı Hoca ilk sıfırını da Erdal İnönü’den almıştı.

Atılmış, İdari Bilimler’e geçmiş. Oradan da Siyasal’a, asistanlığa…

 

Sonrasında, Mehmet Ağar, Mesut Yılmaz, Abdüllatif Şener de Hoca’nın öğrencisi olmuş.

FKF ve TİP Bilim Kurulu üyeliğini hep soyağacının kıymetli bir parçası olarak taşıdı.

CHP’yi eleştiren yazılar yazdığında ağır tepkiler aldı.

Şöyle yanıt verdi, bir yazısında:

“Biz asker mapuslarında sürünürken, sen babanın gözünde ‘bir hain pırıltıdan ibarettin’…

Beni galiba en iyi Akit gazetesi anlıyor. ‘Takiyyesiz komünist’ diyorlar.”

 

CHP dahil varolan partilerden uzaktı; “Hayatımın hiç bir döneminde, sosyal demokrat sayılacak kadar sağda olmadım” derdi.

Asiydi, koşullar ne olursa olsun tepkisiz kalmazdı.

Mehmet Y. Yılmaz’ın “Elveda Hocam, ne şahane bir adamdın!” yazısında aktardığı anekdota farklı örneklerle tanık olduk:

“Ankara’da Atatürk Spor Salonu’nda Fenerbahçe–Galatasaray basketbol maçı vardı, “Devlet Başkanlığı Kupası” oynanacaktı.

Kurthan Hoca’yı Atletizm Federasyonu Başkanlığı döneminden tanıyan bir görevli bizi “sporcu girişine” yönlendirdi, oradan içeriye girdik.

O tarihlerde spor salonlarında sigara içmek serbestti. Şimdi fıkra gibi geliyor ama öyleydi!

Soyunma odalarının olduğu fuayede sigara içip gelene geçene bakıyorduk ki içeriye bir inzibat ordusu hücum etti.

Meğerse Kenan Evren de izdihamdan kurtulmak için sporcu girişini tercih etmiş.

Askerler herkes gibi bizi de itip kakınca Kurthan Hoca gürledi:

‘Kim ulan bu yaldızlı ………’

Sesi içinde mobilya, perde vs. olmayan o fuayede yankılanmaya devam etti.

Bunun doğal sonucu silahların üzerimize çevrilmesiydi ki Mehmet Ağar bizi kurtardı:

“Hocama dokunmayın!”

 

Tüm yaşamı boyunca ve benim tüm yaşamım boyunca gördüğüm -fiiliyle, zihniyle, gönlüyle- en monogam insandı. Aşkına vefalı, en sadık…

Balerin Neyran Fişek’le birlikte olduğunda, tek akşamı aksatmadan Kuğu Gölü’nün iki sezon boyunca tüm temsillerini izlediğini anlatmıştı:

"Tek tek figürler bile ezberimde…"

 

Kırk dört yıla ulaşan birlikteliklerinde, aşkından sonsuz bir sevgi üretti.

Öyle ki, Neyran Hanım'ın her dem zarif silueti, bizi aşkın sonsuz bir imkân olabileceği ütopyalarına taşıdı.

Gazeteleri eline aldığında önce ölüm ilanlarına bakardı.

“Ölüm sırası bakalım bugün nerelerde” derdi, bir keresinde mırıldandım:

“Çözülen bir yün yumağı /Akıp giden günlerimiz

Mezar taşlarından suskun /Sessiz sitemsiz

Bir suçluyu aklar gibi /Akıp giden günlerimiz

Sanki bir sır saklar gibi /Sessiz sitemsiz

Bir kitaba başlar gibi /Koşarken yavaşlar gibi

Ölen arkadaşlar gibi /Sessiz sitemsiz…”

İstanbul’da veda etti hayata.

Oysa, “Ankara’nın en iyi tarafı, İstanbul’dan dönmesidir” derdi.. Hakikaten.

 

Ağzına çok yakışan ironik küfürleri sıcak gülümsemesini hiç örtmedi.

Küfür onun ağzında pupa yelkendi de…

Yeri geldiğinde zarafeti, kibarlığı, iltifatı eksik olmazdı.

Geride, bir akşamüstü dost meclisinde onunla da paylaştığım Edip Cansever’in dizeleri kaldı:

“Ne çıkarmış az içsem, bütün bütün bıraksam da içkiyi

İnanmazsın hiç mi hiç sevmiyorum zaten

Yazdan kalma bir bitkiyi çıkarıp

Doldurur gibi oyuğunu

Ya da bir hastayı düzeltircesine yatağında

Yalnızca yerine koyuyorum onu

Belki özenle biraz, biraz da dikkatle belki

Kısaca söyleyeyim anlamak yordu beni….”

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

“- Kitabında biri ölmek zorunda mı?
– Kalanların hayata daha çok önem vermesi için biri ölmeli, zıtlık yaratmak için.”

The Hours (Saatler) – Yön: Stephen Daldry

 

 

 

- Advertisment -