Amerika’nın bu yıl Çin mallarına uyguladığı gümrük duvarını peyderpey yükseltmesi, karşılığında Çin’in de Amerika’dan ithal ettiği mallara yeni vergiler getirmesi iki ülke arasındaki inişli-çıkışlı tarihi ilişkideki son büyük kavga oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile olan gerilimli ama uzun soluklu aşk ilişkisi, Richard Nixon’un 1972 yılındaki Beijing ziyaretiyle başlamıştı. O zaman için çok yeni ve beklenmedik olan bu ilişkinin çöpçatanı da Çin’in Sovyetler Birliği’nden artık resmen boşanmasını (evler 1960’lı yıllardan beri ayrıydı) arzulayan Henry Kissinger’di. Richard Nixon ve Mao Zedong’u gevrek birer gülümseme eşliğinde el sıkışırken (elin ele değmesinden daha sembolik ne olabilir yeni bir sevda için?) gösteren siyah beyaz fotoğraf, bu zor aşkın filizlenmesine şahitlik eden ilk tarihi belgedir.
Elbette ilk yıllarda taraflar çekingendi. Hayat tarzları birbirinden farklı; kişilikler su geçirmez; hobi ve aktiviteler dahi biraraya gelmez türdendi. Çin’de bisiklet ve Mao ceketi revaçtayken, Amerika disko topuna ve apartman topuklara gönül vermişti. 1980’lere gelindiğinde ise, karşılıklı çekim biraz daha barizdir. Duygular henüz çığrından çıkmamıştır ama flörtöz bakışlar dışarıdan fark edilir hale gelmiştir. Bu yıllarda Çinliler yavaş yavaş Coca Cola içmeye, blue jean giymeye, rock müzik dinlemeye meylederken, Amerikan medyası da Çin’deki reformları övmekte, Deng Xiaoping’i “liberal bir demokrasi aşığı” zannederek bağrına basmaktadır.
Maşuğunu nihayetinde kendine benzeteceğini, kolayca etkisi altına alabileceğini düşünen her aşık gibi iyimserdir ABD bu yıllarda. 1980’lerde sıcak ve samimi duygular karşılıklı olarak o denli yükselmiştir ki, her kaygılı sevgilinin (ve her pembe dizi izleyicisinin) gelişini içten içe sezdiği büyük hayal kırıklığı kaçınılmazdır artık. Nitekim Tiananmen Meydanı’nın ortasına “Özgürlük Anıtı” diken Çinli öğrenciler 1989 baharında Halkın Kurtuluş Ordusu’nun tank paletleri altında sürüklenirken, ABD, sevgilisinin kim olduğunu aslında hiç bilmeyen, ne zaman neye cüret edebileceğini önceden kestiremeyen her yaralı aşık gibi hüsran ve yeis duyguları içine sürüklenmiştir. Bu hayal kırıklığı kısa süre içinde yerini kendi ikizi olan öç alma, cezalandırma ve boy ölçüşme arzusuna bırakacaktır.
ABD için 1990’lı yıllar yaptırımların, “Çin tehdidi” söyleminin, Belgrad elçilik krizi ve benzeri gerilimlerin damgasını vurduğu ayrılık yıllarıdır. Bir tarafta Çin’i yontup şekillendirerek kendine benzeteceğine dair iyimserliğini bütünüyle kaybetmiş bir ABD vardır; diğer yanda terk edilmeden az önce sırtından bıçaklandığını düşünen, eski sevgilisinin kışkırttığı dünyayı karşısında bulan kızgın ve bir o kadar da hırslı bir Çin. 1990’lı yıllarda Beijing, bağlanmaktan korkan ve sürekli “iç işlerine karışılmaması” talebini dile getiren; uzun süreli ilişkilerde pek başarılı olmadığını bilen ama kendi haline bırakılmayı da sindiremeyen bir eski sevgilidir. Bitmiş bir ilişkiden çıkan her hüsranlı aşığın yapacağı gibi dikkatle kendi hayatına konsantre olur o da. Bunda öyle başarılı olur ki, 1990’lı yıllarda çift haneli büyüme rakamlarıyla tüm dünyada büyük bir çekim alanı yaratır.
2001 yılındaki Dünya Ticaret Örgütü üyeliğiyle ekonomik bir dev haline gelen Çin’in eski sevgilisine olan husumeti sanki biraz azalmış, aşkı biraz depreşmiştir. 2000’li yıllarda Çin’de büyük bir hırsla Amerikan markaları tüketilmekte; Çince altyazılı Amerikan film ve dizileri her eve girmekte; her köşe başında biten fast food restoran zincirleri Çinli çocukları doyurmaktadır. ABD ise, 11 Eylül saldırısı ile yaşadığı şoktan sonra çıkardığı “teröre karşı savaş”ında yanında bulduğu Çin ile ilgili iyimser duygulara gark olmuştur yine. Evet, ortada büyüyen bir ticaret açığı vardır ve birbirlerinin insan hakları karneleriyle ilgili yayınladıkları raporlardaki gibi çocuksu çekişmeler devam etmektedir. Ancak Amerikalıların 1990’lı yılların ayrılık acısıyla sarıldıkları “bertaraf etme”, “izole etme” gibi önerilerin yerini “etkileşim” gibi daha hafif ve iddiasız terimler almıştır artık.
Fakat Obama yönetimi ortaya “Asya Mihveri” kavramını attığında eski aşıklar arasında sular yeniden ısınır. Eski defterler ortaya çıkar; karşılıklı suçlamalar ve korkular bu küllenmiş ilişkiyi yeniden alevlendirir. Karşı tarafı dize getirme arzusu ABD elitlerini bir kez daha esir alır; maşuklarının fazla ileri gittiğini (hem ekonomide, hem de askeri teknolojide?) bir kez daha kuvvetle hissederler. Donald Trump yönetime geldiğinde, kendi hoyratlığı ve pervasızlığı ile katlayacaktır Amerikan halkının Çin karşısındaki bu altta kalmışlık duygularını. Ticaret açığı katlanılamaz boyuta gelmiştir ve Amerikalıların hak ettiği istihdam Çin’e yar olmuştur, ona göre.
Bu uzun soluklu ilişkinin son kavgasında, ABD, kendi varlığını önemsemediğini düşündüğü Asyalı maşuğundan öç almayı kurmaktadır. Trump’ın vücudunda hayat bulan kestirip atmacı, savaşçı, boy ölçüşmeci uslüpla gümrük duvarlarını yükseltir; bir zamanlar kalbini tam orta yerinden vuran maşuğunu sınırlarının dışında bırakmak için harekete geçer. Çin de onuru kırılan her sevdalının yapacağı gibi karşı taaruza geçer. Oysa ABD ile bir ticaret savaşına girmek istediği son şeydir.
Heyhat, alttan alırsa gönül gözüyle büyüttüğü aşığının saygısını tamamen kaybedeceğini düşünen Çin artık ne zaman biteceğini öngöremediği bir savaşın tam içindedir…