ABD ile ciddi bir kriz yaşıyoruz. Ağırlıklı görüş, krizi Trump’ın kişisel özelliklerine bağlıyor. Yaygın olan bir diğer görüş, papaz Brunson’un bırakılmamasının krize sebep olduğunu söylüyor. Muhalif okuma tarzı da, makro-ekonomik göstergeler üzerinden kolaylaştırıcı faktörleri tetikleyici faktörler olarak gösteriyor.
Oysa üç okuma şekli de eksik. Kuşkusuz krizde Trump’ın kişilik özellikleri, papazın tutuklanması ve ekonomik göstergeler etkili oldu. Ancak tüm bu sebepler olayı yaratan faktörler sıralamasında esası teşkil eden konumu hak etmiyor.
Merkezinde Kürt kartının bulunduğu krizin ikili bir karakteri var. Birinci karakteri ABD hegemonyasına dayalı küresel liberal düzeninin krize girmesi. İkinci karakteri, ABD’nin hegemonyasını pekiştirmeye yönelik başlattığı hamlelerde Türkiye’ye biçtiği misyonun çıkmaza girmesi, Türkiye’nin kendisine biçilen yeni rol ve misyona itiraz etmesi.
Dolayısıyla bu kriz, Erdoğan ile ABD ya da Erdoğan ile Trump arasında yaşanan bir kriz değil. Türk devlet aklı ile ABD devlet aklı arasında yaşanan ve giderek derinleşen bir kriz.
Hegemonyanın kodları
ABD’nin küresel hegemonyası, dünyayı bölgelere ayırmak, her bölgeyi de kendi içinde çıkarlarına göre konumlandırmak üzerine kurulu. Bu gerçekliği Amerika’nın Ortadoğu, Akdeniz, Pasifik, Latin Amerika, Orta Asya stratejilerine baktığımızda çok bariz bir şekilde görebiliyoruz. Zaten ABD’nin dünya üzerindeki askeri üsleri de bu esasa dayalı.
ABD her bölge için kendisine bağlı müttefikler, kendisine karşı düşmanlar şeklinde bir dikotomi geliştiriyor. Düşmanı olmasa bile yaratıyor. Çünkü böyle bir dikotomi o bölgeye müdahale ve o bölgede askeri üs bulundurma meşruiyeti için şart.
ABD bölgesel aktörleri böyle kurduktan sonra “düşman ülkeler” için uluslararası platformlarda medyası ve düşünce kuruluşları üzerinden inanılmaz bir şeytanlaştırıcı, ötekileştirici dil kullanıyor. Söz konusu ülkeleri kötülüğün ve şerrin kaynağı olarak kodluyor. Hattâ dizilerini, romanlarını ve sinemasını dahi bu yönde kanalize ediyor.
Bölgesel düzeyde ABD müttefiki olmak da kurtuluş değil. Çünkü ABD’nin ittifak politikası da tam bir helezon ve illüzyon. Her şeyden önce, yanına aldığı müttefiklerde ikili bir çıkmaz oluşturuyor. Bunu tavşana kaç tazıya tut taktiği ile yapıyor.
Örneğin müttefiklerini genelde etnik farklılıklar barındıran ülkelerden seçiyor. Sonra her nedense bu farklılıklar silâhlı çatışmaya dönüşüyor. İç çatışmadan sonra bir taraftan müttefikine demokratikleşme çağrısı yapıyor, diğer taraftan da iç çatışmanın kontrol altına alınması için müttefikini kendisine bağımlı kılıyor. Müttefik ülke, ABD çıkarlarına karşılıksız evet dedikçe müttefikinin hak ihlâllerini görmezden geliyor. Ama bu hak ihlâllerinin de (ileride kullanmak için) çetelesini tutuyor.
Amerika’nın bu özelliğini Latin Amerika’da (Guatemala, Kolombiya), Pasifik’te ( Endonezya, Flipinler, Myanmar) ve Ortadoğu’da (Türkiye, Irak) görebiliyoruz.
Fırat’ın doğusuna da bu gözle bakmakta yarar var. ABD’nin, ileride kuracağı büyük bir Kürdistan için Fırat’ın doğusundaki Arap nüfus üzerinden bir Arap etnik azınlığı yaratıyor olması ihtimali son derece yüksek.
Türkiye’nin İranlaştırılması
ABD’nin bölgesel strateji şablonunu Ortadoğu’ya uyarladığımızda Ortadoğu’da ciddi bir güncellemeye gittiğinin işaretleriyle karşılaşıyoruz. Ortadoğu’yu hem yapısal anlamda hem de aktörler açısından yeniden düzenleyecek hamleler yapıyor. Yapısal değişikliği yeni ulus-devletler veya katı ulus-devlet çizgilerini yumuşatacak yeni özerk bölgeler üzerinden yapmaya çalışırken, yanında olan ve olmayan aktörler bağlamında da bir güncellemeye gidiyor.
Bu zaviyeden bakıldığında Türkiye’nin işi kolay görünmüyor. Çünkü ABD, Türkiye’yi hem yapısal düzeyde hem de aktörler düzleminde karşısında buluyor. Bu da Türkiye’nin önüne iki seçenek koyuyor: Ya Amerika’nın yeni hegemonya pekiştirme hamlelerine kendisini uyarlayacak, ya da bu hamlelere yönelik karşı hamleler geliştirecek. Veya, ortak çıkar noktası bulunacak.
Türk-ABD ilişkilerinde asıl dramatik kırılma noktası, Bipartisan Policy’de Nicholas Danforth’un yazdığı gibi, Amerika’nın bölgesel aktörlere dayalı ittifak stratejisinde değişikliğe gitmesinden sonra yaşanacak.
Amerika, bölgenin iki güçlü ülkesi olan Türkiye ve İran’ı karşısına alarak bölgesel dizayna gidemeyeceğini iyi görüyor. Bunun için mutlaka ya Türkiye’yi ya da İran’ı yanına alması gerekir. Ben ABD’nin ya rejim değişikliği veya mevcut rejimde tutum değişikliği yaratarak İran’ı yanına almak istediğini; Türkiye’yi İran’la dengelemek isteyebileceğini düşünüyorum.
Bu ise Türkiye’nin İranlaştırılması, İran’ın da Türkiyelileştirilmesi anlamına gelecek. Bunun da uluslararası kamuoyunda çok ciddi psikolojik ve kültürel izdüşümleri olacak.
O yüzden, Türkiye’nin ABD’nin kendisini uluslararası platformlarda şeytanlaştırıcı, izole edici tutumlarına karşı yaratıcı atraksiyonlara girişmesi, ama bunu yaparken Saddam’ın, Kaddafi’nin, Nasır’ın, İran’ın, Venezuela’nın yaptığı hatâları yapmaması gerekir.
Türkiye’nin kendisini uluslararası platformlarda anlatmasının en güzel yolu, içeride otoriterleşirken ABD müdahalesine karşı çıkan ülke imajı çizmek değil, demokratikleşmek ve daha âdil bir küresel düzen isterken ABD müdahalesine maruz kalan ülke imajı çizmektir.
Eğer Türkiye, AB ile ilişkilerini yeniden canlandırarak (ki bu imaj ancak bu şekilde oluşabilir) karşı eylem stratejisini bu yönde oluşturursa, ABD ile yaşadığı kriz, süper gücün yaptığı hukuksuzlukların, adaletsizliklerin, oynadığı oyunların deşifre edildiği ve herkesçe görüldüğü bir sürece de dönüşebilir.