Hilmi Yavuz’un “imaj” tanımını esas alarak söylüyorum (“Bir şey hakkında düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen sembolik resim ya da duygu”): Artık muhafazakâr aydının bendeki imajı, bir zamanlar barışçı-demokrat-uzlaşmacı kimliğiyle tanıdığım o muhafazakâr kadın gazetecinin, bir yıl kadar önce televizyon ekranında izlerkenki görüntüsünden ibarettir.
Gazeteci, Kürt sorunu ve PKK’yı konu alan bir bildiri yayımlayan akademi mensuplarını sadece fikren eleştirmekle yetinenlere veryansın ettikten sonra, öfkesini yansıtan buz gibi bir sesle raconu kesmişti: O bildiri suç teşkil ediyordu ve imzalayanlar cezalarını çekmeliydiler.
Sadece o değil tabii… Henüz destekledikleri parti iktidara gelmeden önce (ve iktidarını henüz sağlamlaştırmadığı ilk yıllarda) aynı gazetede birlikte çalıştığım ya da davet ettiklerinde televizyon programlarına katıldığım muhafazakâr meslektaşlarımın o zamanki ve şimdiki halleri arasında dağlar kadar fark var.
Berktay’ın uyarıcı yazıları
Halil Berktay, “Her tarafımızı saran siyasî kutuplaşmacılığın nelere yol açabileceği” konusunda 7 Ocak’ta çok eskilerden (“’Pirus zaferi’ ve Helenistik Çağ üzerine notlar”), 8 Ocak’ta da 20. yüzyıldan (“Marx: bazen devrim (belki), ama bazen de toptan yıkım”) örneklerle iki uyarıcı yazı kaleme aldı.
İlk yazı, toplumda boy ölçüşmeci, teslim almacı, burun sürttürmeci hangi kesimler varsa, hepsinin üzerine alınabileceği, alınması gereken bir içerikteyken, ikinci yazı münhasıran solun uzlaşmaz tutumuna ve sertliğine dairdi:
“Sol barışçı değildi aslında. Kendi içinde, çevresiyle ve insanlıkla ilişkilerinde, varoluş tarzı itibariyle yumuşak bir barış kültürü ve zihniyetine sahip değildi. Sertti, kavgacıydı.”
Berktay’ın “sol kültür”e dair değerlendirmelerine hiçbir itirazım yok, ben de öyle düşünüyorum. Fakat şu yaşadığımız tarihsel dilimde, öteden beri Türkiye’nin sol ve sağ siyasi kanatlarından farklı bir dil tutturmuş dindar-muhafazakâr aydınların dilindeki sertleşmenin, uzlaşma kültüründen uzak tutumların ve başka fikirlere karşı hoşgörüsüzlüğün üzerinde durmanın, bu eğilimi analiz etmenin daha öncelikli olduğu kanaatindeyim.
Yukarıda da ima ettiğim gibi, son yıllarda ortaya çıkan bu apaçık farklılığın iktidar duygusuyla ve iktidarı kaybetme korkusuyla alakalı olduğu kanaatindeyim. Peki, buradan bir adım daha ileri gidip, barışçı-demokrat-uzlaşmacı bir siyasi tavrın ancak güçsüzken ve iktidar konumundan uzaktayken mümkün olabildiği gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz?
Benim cevabım şöyle: Aşırı ölçülerde kutuplaşmış, farklı toplumsal kesimlerin iktidarını kendi varoluşu için bir tehdit olarak algılayan Türkiye gibi ülkelerde, iktidar sahiplerinin barışçı-demokrat-uzlaşmacı olabilmeleri neredeyse imkânsız gibi görünüyor.
“Laiklerin iktidarı” ve iktidar kaybı korkusu
Biz bunun “laiklerin iktidarı” versiyonunu yaşadık ve ben kişisel olarak laiklerin iktidar kaybının başlamasından itibaren ortaya çıkan korku ve onu izleyen baskı refleksleri hususunda çok yazı yazdım.
Aşağıda birkaç paragrafta hülasa edeyim:
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonraki uzun on yıllar boyunca “üretim ilişkileri” hemen hemen hiç değişmedi. Nüfusun yüzde 70’inden fazlası kırlarda, kapalı-yarı kapalı iktisadi ilişkiler içinde ve bulundukları yerden çıkmadan yaşadılar.
Sonra, malum, bu ilişkiler değişmeye başladı; yeni sürecin en görünen boyutu kırlardan şehirlere yönelik kitlesel göçtü. Kırlarda yaşayanlar, orada yaşadıkları sürece sorun yoktu; çoğunlukla dindar olan bu insanların göçlerle gelip büyük şehirlerin varoşlarına yerleşmeleri de fazla sorun teşkil etmedi. Fakat ne zaman ki onların çocukları şehirlere gelip “laik modernler”le aynı mekânları paylaşmaya ve onlarla her alanda rekabet etmeye başladılar, işte o zaman sorun da başladı.
Bu, açıkça toplumsal iktidara ortak olma talebiydi. Tabii madalyonun öbür yüzünde de o âna kadar her türlü iktidara (iktisadi, kültürel, vb.) ortaksız sahip olanların iktidar kaybı ve paniği vardı.
Oradan itibaren neler yaşandığını son birkaç on yıllık tecrübemizden biliyoruz: Toplumsal iktidar kaybından mustarip “laik-kentli-modern” kesimler, sırf iktidarlarını kaybetmemek için darbeciliğe varan talepleriyle toplumdaki demokratik ilişkileri dahi yok etmeyi göze alabildiler…
Mazlumun iktidarı ve “iktidar kaybı” korkusu
Laik-seküler kesimlerin iktidarı, daha önce hiç kimlik baskısı görmemişlerin iktidarıydı. Dolayısıyla, kaybedilmesi durumunda ne yaşayacakları hususunda birikmiş herhangi bir tecrübeleri yoktu. Belki ancak, iktidarın el değiştirmesi sonrasında, yeni iktidar sahiplerinin bir tür rövanş eğilimi içine girmelerinden endişe edebilirlerdi.
Oysa iktidardaki dindar-muhafazakârların algıları bunun çok ötesinde: Onlar, iktidarı kaybetmeleri durumunda -doğru, yanlış- bir daha başlarını kaldıramayacakları, eskisinden de sert bir düzen altında yaşayacaklarını düşünüyorlar.
Cioran, “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumların arasından çıkar” demişti… Türkiye maalesef, iktidardaki toplumsal kesimlerin iktidarlarını kaybetmelerinden sonraki esenliklerinin, hazır iktidardayken bütün mazlumların “kafasını kesmekten” (varlıklarını bastırmaktan) geçtiğine inananların ülkesi olmaya doğru gidiyor.
İktidardakini de, muhalefettekini de korku içinde yaşamaya mahkûm eden bu deli gömleğinden kurtulamadığımız sürece, hiçbir “birlik ve beraberlik” nutku işe yaramayacak.
Böyle toplumlarda nöbetleşe tahammülsüzlük, nöbetleşe korku, nöbetleşe zorbalık zincirini kırma yolunda en büyük görev her zaman iktidarlara düşer. Laik-seküler iktidarlar bunu başaramadı, bu iktidar ise başlangıçta verdiği umudun çok dışında bir çizgi izlemeye devam ediyor.