Aşırı politizasyonun, aktüel siyasi çatışmalara fazla angaje olmanın, aslında daha derin, daha gerçek, tek tek hepimizi daha dolaysız içine dahil eden sorunların dikkatlerden kaçmasına yol açtığını düşünmek haksızlık mı olur acaba?
Ayrımcılık, sömürü, adalet, eşitlik gibi soyut ve yüksek kavramların, düşünce hayatımızda neredeyse tamamen aktüel siyaset tartışmalarımıza tahsis edildiğini görüyoruz. Adil olup olmadığımızı, ayrımcılık karşısındaki ahlakımızı, eşitlikten ne anladığımızı siyasi tercihlerimiz üzerinden açıklıyoruz. Hayatta doğru yerde durmak, sahip olduğumuz siyasi kimliğe bağlı kılınmış gibi gözüküyor.
Bu iyi bir şey değil.
Hepimiz el birliğiyle sığlaşıyoruz. Kuşkusuz çok güçlü politik eleştirilere, zengin argümanlarla işlenen siyasal analizlere tanık oluyoruz. Bu tür parlak metinler daha çok muhalif, sorgulayıcı çevrelerden çıkıyor. İktidar savunusu alanında üretilen sözlerin büyük çoğunlukla çöp olduğunu söyleyebilirim. Bu mecrada uzunca süredir kuru, sığ, niteliksiz bir propaganda dili bütün sahayı kaplamış görünüyor. Ama asıl büyük sorun tartışmaların neredeyse tamamen güncel politik alana sıkışmış olması.
Siyasal kimliklerimizin örttüğü kör ve kirli noktalarımızla hesaplaşmamızı imkansızlaştıran bir ilişki ikliminde yaşıyoruz. Kültürel kodlarımızı eleştirel gözle çözümleyebilmemiz; kendimizin üzerine dengeli dürüst bir dış bakış oluşturmamız zaten çok yorucu bir iş. Bugünün siyasi cemaatleşmesinde bu daha da zorlaşıyor. Siyaseten anlaşan, ortak karşıtlık duygularında birleşen, dönüp dolaşıp aynı şeylerden konuşan, üstelik de yüksek bilinç ve ahlakımızdan hayli emin ve hoşnut olan insanlar durumundayız. Eh, kolay terk edilecek konfor da değil aslında bu…
Daha gerçek, üstelik dolaysız tarafı olduğumuz sorunlar var gerçekten.
Bunları tartışan, içinde yer aldığımız kültürel yapıları kurcalayan, bize konfor kaçırıcı aynalar tutan sesler duymayı daha anlamlı buluyorum artık. Siyasi aktörler üzerine kocaman laflar savurarak içimizi soğutanlardan daha heyecan verici bence. Daha fazla siyaset değil, daha fazla kültür tartışmalıyız.
Kültür kolay değişir bir şey değil elbette. Hep en geriden geliyor. Ekonomi, siyaset, hukuk birbirlerini çekiştire çekiştire sürüklerlerken kültür onların yanında ağır ve hımbıl kalıyor. Fakat kültür, bütün o alanları kuşatan, sınırları çizen, belki de son sözü söyleyen oluyor. Hayatın bütün veçheleri karşılıklı ve çok karmaşık etkileşim içinde kuşkusuz. Ancak bize en çok kim olduğumuzu söyleyen şey kültür. Diğerleri daha eğreti, daha uçucu kimlik ögeleri. Oysa kültür; işte o biziz…
Sorunlarımızın temelinde; tüm toplumu kuşatan, farklı davranma eğilimlerini marjinalleştiren ataerkil kültür kodlarının yattığını düşünenlerdenim. Bu noktaya çok hızlı geldiğimi söyleyemem. Politik tartışmaların açtığı bir ufuktan ağır aksak ilerleyerek, üzerine söz ürettiğimiz bu düşünsel çatışmaları ve aktörlerin kimliğini aşan daha üst belirlenimlerin olduğu sezgisine ulaştım. Gerçekten, sosyolojik özneler, siyasi partiler ve iktidarlar değişiyor fakat belli davranış kalıpları kendini durmadan tekrarlıyordu bu ülkede. Bütün politik tarafların repertuarları; mutlak iktidar fetişizmi, şiddeti temel alan güç kullanımı, ötekini düşmanlaştırma, boy ölçüşme, bilek bükme stratejileri ile yüklüydü. İktidar fikrine uzaklık, eşitler arası diyalog, güç ve şiddeti koşulsuz olarak dışlama, taviz verme, uzlaşma… Bunların tümü zayıflık; bekayı tehdit eden zaaflar olarak niteleniyordu.
Dikkat edilirse, ilk saydığım düşünce ve davranış modeli, ataerkinin maskülen nitelik yükleyerek benimseyip yücelttiği değerler kalıbıdır. Zaaf olarak görülüp reddedildiğini belirttiğim model ise, yine ataerkinin feminenlik olarak kodladığı düşünce ve davranış kalıplarına işaret eder.
Dikkatimden kaçan başka yazarlar olmamışsa eğer, ataerkilliğin siyasal analizlerde kullanımına ben ilk kez Etyen Mahçupyan’da rastladığımızı hatırlıyorum. Mahçupyan, Erdoğan tarzı siyaseti, kendisi uygun gördüğü hakları tanıyan fakat hak talebine muhatap olmayı sevmeyen; vermeyi uygun görmediklerinin kendisinden istenmesini otoriteye diklenmek olarak algılayan özelliğiyle, ataerkil olarak nitelemişti.
Mahçupyan’ın, bir köşesinden bence büyük bir isabetle yakaladığı bu kültürel yapı üzerinde ne yazık ki yeterince durulmadı. Hatta “Faşizm”, “otoriter siyaset”, gibi doğrudan sert siyasal kavramlarla tartışmayı seven kimi çevreler, Mahçupyan’ın “ataerkillik” tespitini yumuşatıcı, tepkileri ehlileştirici buldular. Oysa eksik kalan şey, politik kavramların kullanımı değil, bu ataerkil kültürün bütün boyutlarıyla masaya yatırılması, teşhir edilmesi olmuştur kanımca. Tamamen feminist dünyanın sırtına yıkılan bu ağır sorumluluğun önemi, siyasi kanaat ve düşünce üreten çevrelerce yeterince anlaşılamamıştır.
Bu konu, onu düşünmeye, tartışmaya ayırdığımız mesaiyle kıyaslanmayacak kadar önemli kanımca. Çünkü ataerkil kültürün biçimlendirdiği toplumsal cinsiyet rolleri yalnız kadın erkek ilişkilerini tanımlamıyor, yaşamın her alanında işleyen iktidar yapılarını da belirliyor.
Ataerkinin dönüşümü için harcanan çaba toplumun özgürleşmesi için yapılacak en değerli katkı olacaktır. Artık bundan hiç kuşkum yok. Ataerkinin beli bükülmeden alınacak mesafe yoktur. Bundan da kuşku duymuyorum. Sağcılar gider solcular gelir; laikler gider muhafazakârlar gelir… Ataerki orada mıh gibi durdukça hayatımız aynı kalır. İşin özeti bu…
İçinde yer aldığım erkek dünyasının buram buram soluduğu; farkında olarak ya da olmayarak durmadan yeniden ürettiği bu yıkıcı kültürü, belki iddialı teorileştirmelerle değil, fakat sıradan günlük yaşam izlenimleriyle önümüzdeki haftalarda yazmaya çalışacağım.
Umarım erkeklik dünyamıza hak ettiği sertlikte bir ihaneti başarabilirim…