Duran bir şey ile doğrusal hareketi açıklayamayız. Dolayısıyla enflasyonu, kurun ya da faizin düzeyinin yüksek olması ile açıklayamayız. Faiz oranı için sürekli bir artış söz konusu olmuyor. Ama kur, hepimizin 90’lı yıllardan bildiği gibi, sürekli artabilir. Geçtiğimiz yaz yaşanan kur artışı bir kerelik bir yükselme olarak kaldı gibi görünüyor, hattâ bir miktar çekilme de oldu. Kurda bir kerelik düzey artışı fiyat düzeyinde de bir artış yaratır ve bu artışın olduğu dönemler içinde ölçülen enflasyon da yüksek çıkar. Ama daha yüksek enflasyonun kalıcı olarak sürmesi için ek bir dinamik gerekiyor. Özellikle bizim gibi ithal girdi kullanan ekonomilerde, kurun yükselmesi bu dinamiği harekete geçirecek potansiyeli içeriyor.
Buğday üretip gübre ithal eden bir ekonomi düşünün. Aynı fiyat düzeyinde kur artınca gübrenin buğday ederi artacağından, yurtiçi katma değer, yani gelir, her üretim düzeyinde azalmış olur. Fiyat ayarlaması, bunu yapabilen kesimler için, göreli gelirin korunması anlamına gelir. Ücretler, tarım, sanayi ve ticaret kesimlerinin fiyatları hep birlikte kur kadar artarsa, yurtiçi gelir aynı kalır. Ama başlangıçta kur artışına yol açan döviz darlığı sürdüğü sürece bu, yeni bir kur artışı ile birlikte enflasyonist süreci tetiklemiş olur. Bu süreçte gecikmelerle oluşan fiyat intibakları yurtiçi katma değerin düşüşünü engelleyemez ve kesimlerin göreli paylarını koruma çabasıyla enflasyonist süreç canlı kalır. Bu sürecin kırılması ise dışarıdan kaynak girişi ile destekli olarak kur artışlarını yavaşlatmaya bağlıdır. Kura dayalı istikrar programları da bunu yapmaya çalışır. Destekleyici kaynak girişleri olmazsa, kuru tutmaya çalışmak ancak krizle sonuçlanabilir. Nitekim Türkiye’de 2000’de bu gerçekleşti. Sonrasında, IMF’nin doğrudan kaynak teminiyle sonuçta kur tutulabildi ve 90’lı yılların enflasyonist süreci sonlanmış oldu.
Ama bildiğimiz gibi enflasyon tek haneli rakamlara düşmesine rağmen dalgalanmalarla yüzde 6-10 bandında kaldı, yani hiçbir zaman arzulanan yüzde 2-3 düzeylerine gelmedi. Çünkü tek haneli enflasyonun ve görece yüksek büyümenin gerektirdiği döviz kaynağı yüksek faizle sağlanıyordu. Bu da yurtiçi (harcanabilir) gelir üzerinde, ithal girdinin fiyatının artmasına benzer bir etki yapıyor. Yani yurtiçi kesimlerin geliri, büyümeyle aynı oranda artamıyor. Göreli payını korumak amacıyla fiyat ayarlamaları yapabilenler olduğu sürece, enflasyon sürüyor. Yüksek faiz sermaye girişlerine yol açtığı sürece bir yandan kuru düşürüp ucuz ithalatla fiyatları baskılıyor. Diğer yandan da kredi genişlemesini destekleyerek, fiyat ayarlaması yapamayan kesimlerin de gelirle orantılı olmayan bir tüketimi sürdürebilmesini sağlıyor. Böylece bu kesimlerin göreli gelir payı mücadelesi de baskılanıyor. Dolayısıyla enflasyon tek haneli düzeyde kalabiliyor.
Özetle, başta enerji olmak üzere (milli gelirin yaklaşık yüzde 20-22’si oranında) hammadde ithal eden, yatırım mallarında da dışa bağımlı olan Türkiye gibi ekonomiler, ancak yeterli dış kaynak ile büyüyebiliyor. Bu kaynağın da gelir cinsinden maliyeti var. Döviz sağlayanlar katma değerden pay alıyor. Yaz aylarındaki kur krizinin gösterdiği gibi, bu maliyet kur intibaklarıyla olduğu zaman daha yüksek oluyor. Kurda her yüzde 10’luk reel değer kaybı, sadece hammadde ithalatı üzerinden, yurtiçi hasılanın yüzde 2’si mertebesinde gelir kaybına yol açıyor. Bu, gelir sabitken böyle. Sermaye girişlerinin durması ya da yavaşlamasının yarattığı gelir düşüşünü de hesaba katarsak, bu maliyet daha da artıyor.
Anlaşılacağı üzere, Türkiye’de içinde bulunduğumuz şartlarda enflasyonist fiyat ayarlamalarını tetikleyecek yüksek bir potansiyel oluşmuş durumda. Fiyat ayarlama gücü olanlar bunu yaptılar ve son enflasyon rakamlarına yansıdı. Ama ücretliler, desteklemeye tâbi tarım kesimi, küçük üreticiler, servis sektörü ve benzeri kesimler bunu yapacak durumda değil. Bu sayede, enflasyonist potansiyel bir süreliğine tam olarak gerçekleşmeyecek. Sermaye çıkışlarının durmasının kur artışlarını durdurması ve kısmen geri almasının etkisi de büyük. Kurun artmaya devam edeceği beklentisi, tek başına enflasyonist olmaya yeter. Bu arada, kaçınılmaz olarak düşen talep ve durgunluğa paralel olarak cari açığın da düşmesi, döviz dengelerini yeniden tesis için gerekli olanağı sağlıyor. Cari açığın yıllık olarak sıfır düzeyinde gerçekleşmesi bile 40-50 milyar dolar civarında bir kaynak yaratır ki, bu miktar pek çok taşın yerine oturmasına yeter.
Öte yandan, toplumun geniş kesimlerinin düşük büyüme şartlarında gelir kayıplarıyla yaşamaya çok uzun süre tepkisiz kalmayacağını söylemeye gerek yok. İlk intibakların sonrasında sermaye girişleri canlanıp, büyüme ile birlikte kurda bir reel değerlenme (ithal malların ucuzlaması) olmazsa, enflasyonist potansiyel eninde sonunda harekete geçecektir. Makul bir sürede sermaye girişleri canlanırsa, Türkiye bu badireyi uzun süreli bir enflasyonist süreç yaşamadan atlatabilir. Ama tabii bu olsa bile, yaşadığımız kriz ortamına yol açan bütün nedenler de yerli yerinde duruyor olacak. Türkiye’nin döviz bağımlı yapıdan öyle kısa vâdede kurtulabilmesi mümkün değil. Neler yapılabileceği konusunu burada değerlendiremeyiz ama, en azından dövizin gelir cinsinden maliyeti olduğunu anlayıp, dış ticarete konu olmayan (inşaat, AVM vb) alanlarda kullanımını özendirmemek gerektiğini söyleyebiliriz.