Loş mabedlerin kanlı mermerleri üstünde, tanrılarına genç kızların kurban edildikleri eski çağlara bakılınca görülür ki, müslümanların başında, insan hayatının ne aziz bir şey olduğunu bilen, kamil ve centilmen bir Allah vardır. Bir gün evvel bahçesinde meleyen kınalı ve kara gözlü hayvancağızın sesini bugünün akşamı duyamayacağı için gözleri yaşaran çocuğa ve hanım kıza, taşlıktaki kan lekesinden daha korkunç bir şey göstermek mümkündür: Şarkta, Çin ve garbda İspanya topraklarını sulayan insan kanından nehirler…
Kendi bekası için ferdlerini kurban veren cemiyetlerin tanrısı müslümanların Allahından çok daha az şefik ve rahimdir. İlk çağların tanrıları bile onun yanında, her yıl bir veya birkaç bakire cesediyle doyan insaflı bir yamyam halinde kalır. Cemiyetlerin Allahı doymuyor: Her devirde birkaç değil, birkaç yüz bin harb ve ihtilâl kurbanı istiyor.
Fakat bu kurbanlar, gırtlağına dayanmadan evvel altına yattığı bıçağın dehşetini sezmeyen koyunlar gibi şuursuz değildirler. Bu kanlı oyunda niçin yutulduklarını biliyorlar. Bile bile ve isteye isteye ona gidiyorlar.
İşte burada insanla koyunu ayıran ilahi cevhere değmiş oluruz. İnsan, mukaddes ve doğru bellediği hedefine ulaşmak için nefsini daha üst ve daha edebi yapılı varlıklara feda eder. Cemiyetlerin kurbanı o olduğu gibi tanrısı da odur. Böylece, harplerde ve ihtilallerde kendi kendini kurban ederek nefsine ibadetinin kefaretini vermiş olur. Kurban olmayı göze almadan kahraman olmanın imkânsızlığını anlamıştır.
Ve bugün, insan için, tanrı olmaya doğru yükselişin son mertebesi de kahraman olmaktan başka bir şey değildir.
(Peyami Safa, 1 Şubat 1938, Kurban Bayramı’nın birinci günü, Cumhuriyet).