Birkaç gündür Güney Ege’nin bir “köy”ünde, insan eliyle yaratılmış harika bir yeşilin içinde, sessiz, sakin günler geçiriyorum. Televizyonda haberleri izledikçe içim daralıyor. Bahçeye çıkıp donuk donuk gökyüzünü seyrediyorum. Düşünüyorum…
Gençliğimiz devrim hayalleri ile geçti. Nasıl da naif çocuklarmışız. Toplumsal dokuya yabancı, mikroskobik ölçülerde partilerle büyük ütopyalara soyunmayı geçtim. Sosyolojik çoğunluğun içinden yükselen, tarihsel bir dalgayı arkasına alıp milyonlarca insanın umudu olan bir hareket için, rejim değiştirmek; iktidarı azınlığın elinden almak; bizim çokbilmiş klişelerimizle “can çekişen kapitalizm” dediğimiz küresel güçlere dönüp, “bu bölgede bizim de sözümüz var” demek, ne güç; ne bedelli bir işmiş…
Aklım buralarda gezinirken…
Çevremde karikatür insanlar dolaşıyor. Evleri gibi insanları da “beyaz” bir yerleşim burası. Biliyorsunuz, buralarda “Sözcü” okunuyor. Günlük konuşmalar “Tayyip” üzerine.
Geçenlerde elektrik kesildi. Havuzun başında yatan adam rüzgârın suratına yapıştırdığı gazetesiyle boğuşmaktan bıkıp balkondaki tanıdığına hınçla seslendi. “Buralardan Tayyip’e oy çıkmıyor ya; o da elektrikleri kesiyor.” Öteki balkon konuşmasını kısa kesti: “Daha başımıza neler gelecek böyle giderse”… Bir başka kadın “Tayyip okulları geç açıyor, umurunda mı eğitim” diye yakınıyordu su verdiği bahçıvana. Bir başka gün kadınlı erkekli bir grup, sitenin en sosyal teyzesinin bahçesinde çay bisküvi seansında memleketi konuşuyorlardı. Bir adam sesi, yıllardır gittiği balık lokantasında ilk kez başı örtülü kadınlara rastlamanın kendisini nasıl rahatsız ettiğini anlatıyordu. Sigara çatlağı uniseks bir ses “artık her yerdeler” diye sıkıntıyla onayladı adamı. Dün de sivrisineğe benzeyen bir amca, teslim aldığı Avusturyalı komşusuna, her cümlesinde “kreyzi” geçen yırtık pırtık İngilizcesiyle “Tayyip’in” Suriyeli mültecileri başımıza bela ettiğini anlatmaya çabalıyordu. Dağlıca’dan sonra ise terör konuşuluyor elbette. İnsanlar kızgın. “Kürtleri” sevmiyorlar. Fakat kafalar çorba. “Bu Kürtleri Tayyip azdırdı” diye başlayıp “iktidarda kalmak için savaş çıkardı”yla biten cümleler savuruyorlar…
Bunların hiç birisi size ilginç gelmeyebilir. Çok tanıdık; çok alışılmış bulabilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Fakat yine de bu takılı kalmışlığın üzerine düşünmeye değer.
Türkiye’de siyasal hayatın dinamiği ile seküler sosyolojinin taşlaşmışlığı arasında ciddi bir kontrast var. Siyasal olarak aşılmış olduğunu düşündüğümüz kimi yaklaşımlar, sıradan laiklerin anlam ve duyarlılık dünyasında dipdiri varlıklarını koruyorlar. Siyaset katında gözlediğimiz manevralar, söylem yenilikleri bu sosyolojik dünyaya temas etmiyor sanki. Ortada aşırı politize olmuş izlenimi veren bir topluluk var. Sürekli politika konuşuyorlar. Oysa gerçek politik süreçleri anlamaya, etkilenmeye tamamen kapalı bir zihinsel evren oluşmuş. “Oy çıkmadığı için elektriklerini kesen bir düşmana” inanacak kadar naifleşmiş, çocuklaşmış bir evren bu. Tam anlamıyla apolitikler.
Söylediklerine inanıp inanmamaları da önemli değil. Asıl önemlisi, herhangi bir toplulukta utandırıcı bir cehalet olarak kabul edilecek “akıl yürütmelerin”, bu dünyada sosyalleşmenin makbul dilini temsil etmesi. Elektrikler ve Tayyip üzerine kurduğunuz abuk sabuk bir cümle size kabul kapısını açıyor. Uhrevi bir tarikatın giriş parolası gibi bir değeri var. Parolanın anlamlı olması gerekmez. Parola düşünmeyi de gerektirmez. Öğrenmek; akılda tutmak yeter.
Öyle bir iletişim mekanizması oluşmuş ki; gerçekler üzerine düşünmeye, olup bitenleri merak etmeye, kuşku duymaya asla ihtiyaç duyulmuyor. Tersine; klişe dışında her söz, sizi ummadığınız anda kuşkulu bir yabancı kılabilir. Tanıdık bir “siyasal muhalefet” değil bu. Çünkü “siyasal düşünme” gibi bir sorunu yok. Herkesin kol kola girip birbirini akan zamanın dışında tutmasına yarayan, siyasal olanla ilişkisini yok eden tuhaf bir networkle karşı karşıyayız.
Irkçılık diye bir kavramı hiç duymamış gibiler. Kendi “makbul” tarzları dışındaki varoluşlara karşı geliştirdikleri duygu yalnızca korku ve kızgınlık. Ve anlayamadıkları, nedenlerini çözemedikleri tehditkâr bir gidişin oyun dışı kalmış çaresiz insanları olarak öfkeli boş cümlelerle birbirlerine sığınıyorlar. Kaybedilmiş cennetlerine dışarıdan kederle bakıyorlar. Ellerinde “Sözcü” donmuş kalmışlar. Nal gibi puntolarla “Tayyip” manşetlerine bakıp “siyaset düşündüklerini” sanıyorlar… Bu bir sayıklama hali. Farkında değiller… Zaman zaman kendilerini hâlâ bu memleketin asli sahibi zannediyorlar. Erdoğan olmasa eski günlerine dönebileceklerine inanmak istiyorlar. Çocuk gibiler. Hakikaten, ellerinden oyuncakları alınmış çocuk gibiler…
Mahçupyan “Demokrasiyi oyun sanmak” yazısında laiklerin gerçek “özne” olmadıklarına işaret ediyordu. Zihinlerinde demokrasiyi, azınlık olarak toplumu yönetebilecekleri bir oyun gibi kurguladıklarını söylüyordu. Canları sıkıldığı zaman hamilerinin son vereceği bir oyun… Sonra da şu dramatik gerçeği- gören görmeyen- herkese hatırlatıyordu: “Post modern dünya demokrasiyi oyunlaştıran kesimlerin ‘oyuncağını’ elinden almaya çok müsait. Türkiye’de de AKP hareketi bunu yaptı. 2002’den bu yana artık demokrasi bir oyun, laik kesim de toplumsal dönüşüm dinamiğinde bir ‘bağımsız değişken’ değil.”
Evet değiller. Ve özne olamamanın bedelini birbirlerini daha da sığlıklara çekerek; düşünmeyi tamamen terk ederek; Türkiye’nin dinamiğinden umutsuzca koparak ödüyorlar.
Bu sıradan manzarayı sosyal magazin olsun diye anlatmadım. Bu sosyolojik profilin “siyasi merkez” kavramıyla ilgili bir önemi var. Tarihsel olarak belirlenmiş derin fay hatlarının olduğu bir ülkede güçlü bir siyasi merkez yoksa çatışmasızlık durumunu sağlamak çok güç. Güçlü bir siyasi merkezin oluşması ise sosyolojik yapıların ideolojik-siyasi dünyasıyla yakından ilgili.
Türkiye’de yeni siyasi merkez oluşumu ve onun sosyolojik sorunları üzerine daha çok tartışmaya ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
Önümüzdeki hafta devam edelim…