Ana SayfaYazarlar“İlâm”-ı aşk

“İlâm”-ı aşk

 

Son iki yazımda gezindiğim “bizim mahalle”de, mevzu çocukluk aşklarına gelmişti tabiatıyla.

Aşkın dili nev-i şahsına münhasırdır da, okuma-yazmayı öğrenip kırmızı kurdeleni taktığında “belgeli” olur aşk hayatın.

Daha “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik”i bellemeden, aktolgalı beylerbeyi “İlerle!” dahi demeden, şiirin akrostişlisine merak salarsın mesela: 

“Seviyorum ama kimi /En tatlı birisini

Nasıl söylesem sana /İlk harflere baksana…”

Soldan sağa, yukarıdan aşağıya… Aşk bilmecedir artık.  

 

Alişan’ın medar-ı iftiharı “var ya adını dağlara yazarım” kadar olmasa da, ilerletirsin işi sonra.

Ağaca kazıdığın bir kalbin içine seninle onun baş harfini, o küçük dev aşkını sığdırırsın.

Yıllar geçer o ağaç büyür, kazıdığın o kalp göklere erişir, sen aşağıda artık uçman gerekmediği için kanadı körelmiş penguen gibi kalırsın da…

Çocukken öyle hesapları bilmez, dert etmezsin.

Aşkın kayda geçmiştir.

 

Yarım asır filan önce okur-yazar çocuğun, aşkın, ilginin, meylin kayda alınmasında asıl miladı “anket defterleri”dir.  

Daha çok kızların özene-bezene hazırladığı, oğlan çocuklarının ise hazırlamaktan değil yanıtlamaktan pek hoşlandığı “özel sorular” defteri…

Yanıtlayanları “eleveren” bir dizi sorudur muhtevası.

Büyüyünce sorduğu soruların da insanı fena halde enselettiğini, mahcup ettiğini öğrenirsin. O başka mesele.

 

Önce nüfus cüzdanı sureti, ikametgâh ilmühaberi benzeri “resmi” sorularla başlar anket defteri. Ürkütmeden…

Ardından dozu usulca artırılarak, en sevdiğiniz yemek, şarkı, film vs.’den, “En samimi arkadaşlarınız”a uzanır…

Oradan da, “Hoşlandığınız kız/erkek isimleri”, “Hoşlandığınız insanda ne gibi özellikler ararsınız?”, “Hoşlandığınız birisi var mı?”, “Issız bir adaya gitsen yanında götüreceğin üç şey?” sondajlarıyla derinlere iner.

Ve kimse konserve, 80 fonksiyonlu İsviçre Çakısı, enerji içeceği filan götürmez o ıssız adaya.

Tarzan’ı adam eden Jane’dir zira.

 

Bir de anket defterini aslında sadece bir kişinin yanıtlarını merak ettiği için hazırlayanlar, nokta atışı sorularla “O da benden hoşlanıyor mu? (Acaba nedir, nedir)” muammasını çözebilecek yahut varsayımını kanıtlayacak kuvvetli ipuçları arayanlar vardır.

Vakayı soru işareti bırakmayacak kadar netleştirmeye yönelen “Hoşlandığınız kişinin adının ilk ve son harfi?” gibi cüretkâr, tezcanlı sorular da olur bazen.

Aynı sınıfta Naciye, Nazmiye, Nazife varsa… İyice kafan karışır. 

 

“Anket defteri sahibi hakkındaki düşünceleriniz”le gelir final.

Defterde “ilam-ı aşk”ı bulursan, o velet ama gururlu “refüzefobi”ni aşar, “ilan-ı aşk” edersin.

“Al gülüm ver gülüm” danışıklıdır biraz ama körlemesine dövüş değildir, anket defteri sayesinde.

 

Aynı defteri Timur Selçuk’un  “sevmek sevmek delilik /olur mu acaba acaba /sevmeden yaşamak bu dünyada” şarkısı eşliğinde, ilgi duyduğun başka kız çocuklarının yanıtlarını okuyarak da değerlendirebilirsin tabi.

Defter “At topu at” Ayşe’nindir ama, “Ali topu bırak, yaşamaya bak” da güzel gelir okuma fişlerinde.

Niyet Ayşe’yedir ama kısmet alfabe.

 

Çocukluktaki aşk evrenin mahalle ve okuldan ibaretse, anket defterleri o dönemin facebook’uydu bir bakıma.

Ama böyle zaafları servete tahvil eden Zuckerberg gibi çocuklar barınamazdı pek mahallede.

Alayı bir flört girizgâhıydı nihayetinde, bir çok şey gibi.

Ders notu alışverişi, sınıfta yakınına, olmadı göz menziline oturmak, bakmıyor gibi bakışmak, hatta ilkokulda saçını çekiştirerek ilgisini çekmeye çabalamak bile flört enstrümanları arasındaydı zaten.

 

Bir çok yolla “o da hoşlanıyor mu” verileri toplanır, sonra yakın arkadaş sohbetlerinde “sevgiliye dair” derlenen sözlü-sözsüz iletişimler, mimikler, jestler masaya sıralanırdı.

Sana baksa da “hoşlanıyor” sonucuna gidilebilirdi, bakmasa yahut bakışlarını kaçırsa da…

Çünkü hoşlandığın kişinin sana dair hislerinin analizini, sonuçta hoşlandığın kişinin içinden sürekli gelip-geçtiği muhayyilende, o sevdalı muhitte yapardın.

Şarkıdaki gibi, “Bir kıvılcım yeter, ben hazırım bak”tı mesele.

 

Çocukluktan bu yana herşey büyüdü de, bu mülâhaza, buna benzer “delil, işaret arama”lar güdük kaldı sanırım.

Kazık kadar olduğun için artık diyalog değil monolog da olsa…

Nâzım’la çoktan anlamıştık mimiklerin, jestlerin, tutumun, davranışın gevezeliğini:

“Ayrılık masanın üstündeydi dirseğini dayadığın yerdeydi

Aklından geçenlerdeydi ayrılık /benden gizlediklerinde gizlemediklerinde

ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan

ama yine de ansızın yitirdim seni.”

 

Neyse…  Anket defteri, seçtiğin hedefin, senden arkadaş gibi değil de “öbür türlü” hoşlanıp-hoşlanmadığını anlamanın kestirme, belgeli yoluydu.

Hem “yazılı belge” kıymetliydi o devirde.

“Islak imza”nın önemini hatırlamıyorum ama “ıslak rüya” önemliydi galiba.

Sevgilinin, platoniğinin gülüşünü, mimiğini, beden dilini videoyu sarıp sarıp defalarca seyredemezdin o zamanlar.

Lâkin hoşlandığı kişiyi tanımladığı paragrafı 10 kez okuyabilir… Ruh haline göre o paragraftan 10 ayrı yorum çıkarabilirdin.

 

İçine sevilen sanatçıların, gençlik dergisi kupürlerinin, hoş manzaraların resimleri yapıştırılan, kenar süsleri eklenen o Harita Metod Defterleri sanıyorum artık o adla yok.

Anket defterleri ise o-ne-dio, bu-ne-dio sitelerinine emanet.

Dijital insan sarraflığı herkesi bir yerinden yakalıyor.  

Okumayı söküp kurdeleni taktığında anketi doldursan, yıllar sonra evleneceğin kişinin adını güneş falı, yıldız falı vb. yollarla öğreniyor, hatta reiki enerjine göre evlenmen gereken kişinin adını buluyorsun.

 

Anneciğim, Nezahet de oynayabilir mi?

 

Olsun… Anket defterleri bir dönemin tarihi açısından defteri kebir.  

Hüzünlü yanı… Sınıfta kızların anket defterini vermediği, onu hayaline almadığı çocukların varlığı.

O da başka bir hikâyeye götürür bizi.

Yıllar geçer, yolda yürürken bir kız çocuğunun balkondaki annesine seslenişini duyarsın:

“Anneciğim, Nezahet de oynayabilir mi?”  

Bu küçük cümlenin “öteki”ni yaratışını sezer, kulak kabartırsın.

Daha o ilk soru cümlesinde bile “Nezahet kim?” derseniz, varlığı kapıcının, gündelikçinin, bahçıvanın “kızı” olmaktan ibaret görülen herkes olabilir.

 

Evin kızından bir kaç yaş daha büyüktür.

Sanki “temizlik, paklık” anlamına gelen adı bile, kolay seslenilebilsin/çağırılabilsin diye Nezahat olmuştur zamanla. Belki “Nez” filan diyorlardır kısaca…

Babası kışın kaloriferi yakar, yazın bahçeye bakar Nezahet’in.

Annesi evi süpürür; Nezahet tozunu alır kırılmayacak eşyaların. Getir-götür onun işi…

 

Evin kızının oyun “eş”i olur, ama oyun da olsa “eşit”i değil.

“Dışarıdaki”dir Nezahet.

Küçük prensesin “doğal” bakıcısı, “oyun”daki rol dağılımının her an yeni senaryo bekleyen figüranıdır.

Evcilik filan oynanıyor mu hâlâ bilmiyorum ama, oynanıyorsa hiç bir zaman “anne” değildir.

Ama evin annesinin eski terliklerini giyer, bir de yıkanınca çeken penyelerini…

Ve çok çabuk büyür Nezahet.

 

Birlikte öğle yemeği yerler evin kızıyla:

“Bak kızım, Nezahet nasıl yiyor…”

“Görgüde eş” görmediği için Nezahet’i ayırt eden evin annesi, rekabet yaratarak “adap” öğretir kızına.

 

Yazın bahçeye Nezahet indirir evin kızını.

Köşedeki internetcafe’ye Simcity oynamaya o götürür.

Elinden tutar…

Evin kızı zıp zıp adımlarla bahçeye indiğinde, başını kaldırır ve balkondan kendisini izleyen annesine sorar:

“Anneciğim, Nezahet de oynayabilir mi?”

Annenin eveti de, hayırı da bana müsavî küfür ettirir.

 

Bu sahneyi canlandırdıysanız gözlerinizde…

Müziği de Bülent Ortaçgil’den gelsin:

“Susulsam kusur olsam /Ağızdaki küfür olsam

Doğuştan esir olsam /Yine de oynar mısın benimle?

Sayılmasam kaç olsam /Topraktaki güç olsam

Aptal gibi suç olsam /Yine de oynar mısın benimle?”

 

Üç günlük diziye dönüşen karmaşamdan, çocukluk yanılsamalarımdan, topu Can Yücel’in W. H. Auden’dan “Türkiyelileştirdiği” dizelere atarak kurtulurum belki:

““Kimine göre ufak bir çocuktur aşk, /Kimine göre bir kuş,

Kimi der, onun üstünde durur dünya, /Kimi der, kalp kuruş;

Ama komşuya sordum, nedense yüzüme /Mânalı mânalı baktı,

Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın, /Aşkedecekti tokadı.

 

(…) Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri /Kabil değil unutamazmış insan,

Yolunu gözlerim bacak kadardan beri /Ama o geçmedi bile yanımdan;

Merdiven dayadım otuz beşine, /Öğrenemedim gitti bir türlü,

Nemene mahlûktur bu düşerler peşine /Bunca insan geceli gündüzlü?

(…) Alla’sen söyle nedir aşkın aslı astarı!”

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

“Jenny ve ben köfte-patates gibiydik…”

Forrest Gump – Yön: Robert Zemeckis, Tom Hanks, Robin Wright.

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik