“İnsanların, barışın sürekli var olacağını düşünmesi beni hep şaşırtmıştır. Ben her gün onun için şükrediyorum. Herkes barış içinde değil. Milyonlarca erkek, kadın ve çocuk her gün savaşlara tanık oluyor. Onların gerçekliği şiddet, harap edilmiş evler, kaybedilen masum hayatlardan ibaret. Güvende olmaları için tek seçenekleri var: Gitmek. Göç etmeyi “seçmek”. Bunun bir seçim olduğu da söylenemez.”
Bu ifadeler 2014 yılında Nobel Barış Ödülü almış olan Malala Yusufzay’ın geçtiğimiz yıl yayımlanan ve Türkçeye “Yersiz Yurtsuz”* diye çevrilen “We Are Displaced” kitabından.
1997 doğumlu Malala Yusufzay’ı çoğumuz 9 Ekim 2012’de Taliban tarafından kendisine yönelik gerçekleştirilen öldürme girişiminden tanıyoruz.
Malala’nın adı, 15 yaşındayken Taliban’ın sakıncalılar listesine alınıyor. Sebebi, memleketinde, yani Pakistan’da, kızların okula gitmesi için yürüttüğü kampanya. Adı “talebeler” anlamına gelen örgüt, kızların talebe olmasını “doğru” bulmadığından, Malala Yusufzay’ı “kara liste”ye alıyor. Aktivist bir öğretmen olan babasını saymazsak, neredeyse tek başına yürüttüğü kampanyasını durdurmaması üzerine de, okul otobüsünde kafasına bir silah dayayıp vuruyor. Mucize eseri Malala ağır yaralı ama sağ olarak kurtuluyor bu suikastten.
“O gün neler olduğunun hikâyesini burada tekrar anlatmayacağım. Bilmeniz gereken tek şey şu, bu tür bir tecrübe yaşadığınızda genelde iki uç nokta vardır: Ya umudunuzu tamamen kaybeder, yıkılır ve parçalara ayrılırsınız ya da o kadar direnç gösterirsiniz ki, sizi kimse bir daha yıkamaz.”
Cinayet teşebbüsü sonrasında tedavi için önce Pakistan’da oradan oraya götürülüyor, sonra hâlâ komadayken ailesiyle birlikte uçakla İngiltere’ye götürülüyor. Orada tedavisi uzunca bir süre devam ediyor. Nasıl oluyorsa, kafatasının bir kısmı alınıyor ve önemli izler kalsa bile hayatını sürdürebilecek hâle geliyor.
Suikast öncesinde, daha küçük yaşlarındayken, Taliban ile ordu arasındaki çatışmalar sebebiyle bir süre ailesiyle birlikte yaşadığı Svat vadisinden Pakistan’ın daha güvenli yerlerine kaçmalarını saymazsak, koma hâlinde İngiltere’ye götürülmesi ile birlikte “mülteci” hayatı başlıyor Malala’nın.
Daha önce 2014’te, Türkçe’de “Ben Malala: Eğitim Hakkını Savunduğu İçin Taliban Tarafından Vurulan Kız” olarak yayımlanan “I Am Malala: How One Girl Stood Up for Education and Changed the World” adlı otobiyografik kitabında bütün bunları ve bir aktivist olarak hayatını anlatıyordu.
2019 yılında yayımlanan “Yersiz Yurtsuz”da ise kendi mültecilik tecrübesini anlatırken, dünyanın dört bir yanından başka mülteci kızların hikâyelerini anlatmalarına da vesile oluyor. Dokuz kız çocuğu ya da genç kadının dokuz farklı hikâyesi. Ortak noktaları, ölümden kaçmanın çaresizliği ve dehşeti ile gittikleri yerlerde karşılaştıkları zorluklar.
Yemen’den, savaştan kaçıp ABD Minnesota’ya göçen Zeyneb… Zeyneb’in ABD’ye gidemeyince Akdeniz’de tehlikeli bir yolculuktan sonra İtalya’ya kapağı atabilen kardeşi Sabrin…
Suriye’den önce Ürdün’e, sonra da İngiltere’ye göçen Muzun…
Irak içerisinde Şengal’den kaçıp Duhok Şeria’da 18 bin kişilik bir yerleşim kampında kendisi ve ailesine yer bulabilen Necla…
Kolombiya’da kırk yılı aşkın bir süredir devam eden iç çatışma yüzünden ülke içerisinde Iscuande’den Cali’ye göçen Maria…
Guatemala’da yine iç çatışma esnasında annesiz babasız kalıp, ABD Massachusetts’e kaçan Analisa…
Kongo’dan önce Zambiya’ya, oradan da ABD Pennsylvania’ya kaçan Marie Claire ile ona ve ailesine yardım eden gönüllü Amerikalı Jennifer…
Myanmar’dan askerlerin ve radikal Budistlerin şiddetinden kaçarak Bangladeş’te Ghumdhum bölgesindeki bir mülteci kampında yaşamaya başlayan Ajida…
Küçük yaşta ailesiyle birlikte Uganda’dan Kanada’ya göçen, daha sonra İngiltere’de Malala Fonu’nun CEO’su olan ve kızların on iki yıllık ücretsiz, güvenli ve nitelikli eğitime ulaştığı bir dünya yaratmak amacıyla yapılan çalışmalara liderlik eden Farah…
Her birinin hikâyesi neredeyse her cümlesiyle etkileyici. Bu cümlelerin içinde iki konu ön plana çıkıyor:
Birincisi; ölümden, şiddetten kaçıp başka bir ülkeye ya da ülke içinde başka bir yere gitmenin bir “seçim” olmadığı. Türkiye’de ve tüm dünyada normalmiş gibi sunulan o yargılayıcı bakışa, onlarla empati kurma ihtiyacı duymayan o sert bakışa cevap veriyorlar sanki…
“Nasıl bir seçim olabilirdi ki bu? Bölgemizde kıyamet günü yaşanıyordu sanki. Bizim ve tüm bu insanların yapmış oldukları şey bir seçim değildi. Ölüm kalım meselesiydi.” (Malala Yusufzay)
“Bombaları kimin attığını kimse bilmiyordu, çünkü savaşan bir sürü grup vardı –hükümet, devrimciler ve ülkeyi ele geçirmek isteyen terörist gruplar.
…
Yemenli birçok insan kaçıyordu; Mısır’a, İtalya’ya ve Yunanistan’a. Her yer Yemen’de kalmaktan iyiydi. O ana dek bildiğim tek yer, benim evim, çok tehlikeli bir hâle bürünmüştü.” (Yemenli Zeyneb)
“Ülkemden ayrılmak istemiyordum. Hayatım boyunca bildiğim tek evdi. Ancak eğer o sırada ayrılmamış olsaydım bunun hikâyemin sonu olabileceğini on üç yaşındayken bile biliyordum.” (Suriyeli Muzun)
“DAEŞ hakkında hikâyeler duymuştuk, kadınları kaçırıp onlara korkunç şeyler yapıyorlardı. Kaç yaşında olduklarının bir önemi yoktu. Çocuklar, yaşlı kadınlar… Yezidileri hedef alıyorlardı. Farklı köylere gittiler ve ortalıktaki her şeyi yok ettiler. Kızlarla kadınları alıp erkekleri öldürdüler. Bazılarını diri diri yaktılar. Bir katliamdı bu.” (Iraklı Yezidi Necla)
“Açlığı, yorgunluğu ve ülkemizde terör saçan milis grupları tarafından yakalanırsak öldürüleceğimizi o kadar küçük yaşta bildiğimi hatırlıyorum. Bu yüzden kaçtık.”(Kongolu Marie Claire)
“Şiddet tehdidi altında aniden evinden kovulmanın ve kimseyi tanımadığın; nerede yaşayacağını, kendini ve aileni nasıl geçindireceğini bilmediğin; arkadaş veya toplumda yer edinip edinemeyeceğini kestiremediğin bir ülkeye gitmenin genç bir anne için ne kadar zor olduğunu hayal dahi edemiyorum. Ancak bir seçimden söz etmek mümkün değildi.” (Ugandalı Farah annesinden bahsederken)
İkinci olarak ön plana çıkan ise gittikleri ülkeye ait olamadıklarını hissetmenin daha da katmerlendirdiği o hasret duygusu… Büyük ihtimalle bir daha göremeyecekleri evlerini, köylerini, doğdukları yerleri, birlikte büyüdükleri insanları ve kaybettikleri yakınlarını nasıl içleri yanarak özledikleri…
“Hepsinin kendine has özlediği sesler, kokular ve tatlar listesi var. Hepsinin vedalaşamadıkları insanlar var. Hepsinin yolculuklarında asla unutamayacakları kısımlar ve hatırlayabilmek istedikleri yüzler ve sesler var.” (Malala Yusufzay)
“Eğitimimi bitirmek istiyorum, böylece o güzel eve dönebilir ve adaleti de yanımda götürebilirim.” (Yemenli Zeyneb)
“… Ne zaman evi düşleyecek olsam, mango toplayabileceğim ağaçların hayalini kurarım. Sessizliği ve çimenleri hayal ederim. Huzuru hayal ederim. Ve bunu benden kimse alamaz.” (Kolombiyalı Maria)
“Genelde ülkem benden vazgeçmiş gibi hissetsem de ben asla ondan vazgeçmem.” (Ugandalı Farah)
20 Haziran tarihi bütün dünyada “Mülteciler Günü” olarak kabul ediliyor. Geçen hafta bir tanesi daha geldi geçti. Birleşmiş Milletlere göre 2020 Haziran ayı itibarıyla dünyadaki insanların %1’inden fazlası, her 97 kişiden biri, zorla yerinden edilmiş durumda. Toplam rakam, 2019 sonu itibarıyla yaklaşık 80 milyon. Son 10 yılda en az 100 milyon kişi sığınma arayışı içinde evlerini terk etmek zorunda kalmış.
Bu koskocaman sayılarla ortaya konan gerçeklik, yanı başımızda bizimle birlikte var olmaya devam ediyor.
Belirli gün ve haftaların kanıksanmışlığını ve konunun önemine göre pek ağırlığının olamadığını anlatmaya gerek yok. Sayıların bizi her şeye nasıl alıştırdığını da…
Ama, bu veya başka bir vesileyle, dünyanın dört bir yanındaki mültecilerle hemhâl olmayı denemek lazım. Hiç olmazsa en yakınımızdakiler için, mesela Türkiye’deki Suriyeliler için neler yaptığımızı veya neler yapabileceğimizi gözden geçirmek seçeneğimiz var. Mültecilerin sayılardan ibaret olmadığını, “biricik” hayatlarının olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
*Yersiz Yurtsuz, Epsilon Yayınevi, Kasım 2019, Çevirmen: Yeşim Öksüzoğlu.