[17 Kasım 2018] İngilizcede bir atasözü vardır, the road to hell is paved with good intentions (cehenneme giden yol iyi niyetlerle döşelidir) diye. İnternette baktım; The American Heritage Dictionary of Idioms (1997), kökünü 12. yüzyıla, Clairvaux’lu Aziz Bernard’ın L'enfer est plein de bonnes volontés ou désirs (Cehennem iyi niyet ve özlemlerle dolup taşar) cümlesine dayandırıyor. Fakat galiba çok daha gerilerde, bir de Latincenin en büyük şairi Vergilius’un (Virjil; İÖ 70 – İÖ 19) ünlü Aeneid destanındaki facilis descensus Averno (Cehenneme inmek kolaydır) dizesi yatıyor.
(Yukarıda solda, Virjil’in Vatikan’daki bir büstünü görüyorsunuz. Ortada, çok sonraki bir Aziz Berbard tablosu. En sağda ise, yazının sonunda geleceğim Franz Kafka.)
Virjil veya Bernard, biri 2000 diğeri 900 yıl önceden, insanlığın sosyalizm ve komünizm serüvenini izlemiş olamaz kuşkusuz. Ne ki, Marksizmin serencamı da dahil, mazlum ve mağdurların ahlâkının yerini zalimlerin ahlâkının almasının gelmiş geçmiş bütün örneklerine bakarak söylendiği izlenimini uyandırıyor.
Aşkın, metafizik yorumları bırakıp somut tarihe bakalım. 20. yüzyılda aynen yaşandı bu dönüşüm, 1917’den itibaren. Yoksul ve ezilenden yana olmak, ahlâkî bir duruş olmaktan çıktı. Kollektif bir kimlik, derken bağlayıcı bir aidiyet haline geldi. Bir sonraki aşamada, bu bağlayıcı aidiyet “bizim” adımıza ne yapılırsa onaylamaya vardı. Ne yapıldığı değil, kimin kime yaptığı öne çıktı. Eski düzene, hâkim sınıflara, saltanata, monarşiye, aristokrasiye, burjuvaziye, kapitalizme, emperyalizme, toprak ağalarına, CIA’ye, MİT’e, (eski adıyla) Intelligence Service’e vb izafe edilebilse lânetleyeceğimiz, yerin dibine batıracağımız her şey, sosyalizm, Sovyetler Birliği, işçi sınıfının iktidarı, KGB, Stasi veya Securitate söz konusu olduğunda desteklenir, savunulur, mazur gösterilir, kırk çeşit apolojisi yapılır, en azından suskunlukla geçiştirilir oldu.
Bu zıddına dönüşme sürecinde, bir dizi homojenleştirme ve şeyleştirme (reification) önemli rol oynadı. (1) Her türlü eşitsizlik ve haksızlık sınıfsallaştırıldı, “işçi sınıfı” kategorisinde toplandı. (2) Bir diğer eşit işareti, “işçi sınıfı” ile “işçi sınıfı partisi” arasına kondu. (3) Parti içinde iktidar giderek yukarıya ve daha yukarıya aktarıldı; önce genel kongrede, sonra merkez komitesinde, sonra politbüroda, sonra politbüro daimi komitesinde, nihayet başkan, genel sekreter veya birinci sekreterde yoğunlaştı. (4) Böylece sınıfın doğrularının, gerçek çıkarlarının, aslında nerede durması gerektiğinin temsilcisi parti; sınıfın ve partinin doğrularının, gerçek çıkarlarının, asıl nerede durması gerektiğinin temsilcisi de lider oldu.
Rasyonel baktığımızda, bunların hiçbiri doğru çıkarsamalar değildi. Her birinde, fallacy of composition (terkip hatâsı) dediğimiz mantık yanlışı tekrarlanıyordu. Başka bir ifadeyle, diyalektiğin kendi kurallarına da aykırı olarak, “kerte” veya “düzlem”lerin spesifikliği kayboluyor; herhangi bir küme veya grubun tek tek elemanları için geçerli olan bir özelliğin, söz konusu grup veya kümenin tamamı/bütünü/kendisi için de aynen geçerli olacağı kabul ediliyordu. Tek tek bireyler ile sınıf genellemesi arasında, sınıf ile parti genellemesi arasında, parti ile lider genellemesi arasında herhangi bir çelişme olabileceği, kimsenin aklından dahi geçirmemesi gereken fesat fikirler arasında yer alıyordu.
Ama sonunda Leninist ve Stalinist tasavvur kendini kabul ettirdi; (5) zulüm ve sömürüye isyanla başlayan bir ahlâk, işçi sınıfına, işçi sınıfının partisine, işçi sınıfı partisinin önderliğine, işçi sınıfı partisinin önderlik kademesinin tek ve büyük liderine sadakat ve itaat ile; “parti çizgisi”nden zerrece sapmamakla özdeşleşti — ve bu kıstaslarla ölçülür hale geldi. Bu kadarı bile yeterince vahimdi, ama bir sonraki aşamada daha da kötüsü, (6) iktidarın (devrim veya darbe yoluyla) ele geçirilmesi halinde, işin içine bir de devletin girmesi oldu. Parti bu sefer devletle özdeşleşti; partinin devleti, “işçi sınıfının devleti” diye tanımlandı. Bu da tabii “terkip hatâsı”nın bir başka tezahürüydü, çünkü sınıfı temsil ettiği söylenen partinin, partiyi temsil ettiği söylenen devlete hâkim olması, aslında hiç de sınıf ile partinin özdeşleşmesi anlamına gelmiyordu. İşçi olarak işçilerin başka çıkarları verdi, devlet olarak devletin başka çıkarları. Ama sosyalizm “işçi sınıfının ideolojisi”yken (?), bu ideolojiyi benimsediğini ilân eden, bu anlamda “sosyalist devlet” (?) nasıl olur da işçi sınıfının esas ve temel çıkarlarından başka bir şeyi temsil edebilirdi! Kuşkusuz bu da imkânsızdı ve dolayısıyla partiye bağlılığın üzerine, bir de devlete bağlılık ve itaaat oturdu.
Bu çerçevede (7) partinin ve devletin tarih ile ilişkisinde de bir sıçrama meydana geldi. Marksizm her zaman tarihin akışına bir yön biçmiş; ekonominin ve toplumun “bilimsel gelişme yasaları” gereği insanlığın geleceğinde sosyalizmin yattığını evrensel ve kaçınılmaz bir zorunluluk olarak tarif ve ilân etmişti. Dolayısıyla parti, (bu yazı dizisinin en başında Marksizmin Dionysosçu boyutu diye tarif ettiğim) ilk çağrısının ahlâki gücünü, işçilerin ve diğer çalışanların reel, güncel ezilmişliği ve yoksulluğundan, ama öte yandan nihaî zafere olan inancını ve taraftarlarına böyle bir zafer vaat edebilme kapasitesini (Marksizmin Apolloncu boyutunun ürettiği) tarih teorisinden alıyordu. — Geçmişteki çeşitli yazılarımda da izah ettiğim gibi, işin bu ikinci boyutu tipik bir 19. yüzyıl ürünüydü; 1800’lü yılların genel bilimperestliğinin Marksizme yansımasıydı. Zaten bütün yeni sosyal bilimler (ekonomi, siyaset, sosyoloji vb) doğa bilimlerine hayranlığın gölgesinde şekillenirken, aynı ortam ve iyimserlik dalgası Marksizmi (deyim yerindeyse) “tek ve birleşik bir sosyal bilim” ya da hattâ “sosyal bilimlerin sosyal bilimi” olma iddiasına götürmekteydi. Başka bir açıdan bakarsak, Darwin’in doğada evrim teorisini geliştirdiği sıralarda, Marx da toplum ve tarih için genel bir evrim teorisi formüle etmeye çalışıyordu.
Gene de sosyalizm muhalefette kaldığı sürece bu iddia çok büyüyemez, nihaî zafer inancı kesinlik kazanamazdı. Lâkin 1917 ve ardından İç Savaş, herşeyi değiştirdi bu açıdan. Bolşeviklerin iktidara tutunması ve Sovyetler Birliği’nin kurulması, “bak işte, Marksizmin öngörüsü gerçekleşti” şeklinde yorumlandı. Kuşkusuz yanlıştı; Ekim Devrimi hemen hiçbir açıdan, proletaryanın beklenen sosyalist devrimi değildi ve bu devrimin kaçınılmazlığını ispatlamıyordu. Bütün gösterdiği, Marksist teoriyi bir inanç olarak kuşanmış ve Leninist tarzda örgütlenmiş, küçük ve gizli bir “öncü” çekirdeğinin, o günün koşullarında, elverişli bir kriz (hemen tamamen Dünya Savaşı yüzünden) doğduğunda, bu fırsatı yakalayıp silâhlı bir ayaklanmayla iktidarı ele geçirebileceğiydi. Başka bir deyişle, (yanlış da olsalar) fikirlerin ve inancın gücüne işaret ediyordu.
Ama işte bu inanç gücüdür ki, 1917 Ekim’le büyüdü, daha beter doktrinleşti, kurumlaştı ve bir sonraki aşamaya kuvvetle yansıdı. Herşeyden önce Komünist Enternasyonal bu inançla, hattâ bu inancın alabildiğine yakınsaklaşmasıyla: Dünya Devriminin artık eli kulağında sayılması temelinde kuruldu. Ve “tarihsel zorunluluk” özellikle 1920’ler ve 30’ların Marksizminin âdetâ harcı ve köşetaşı haline geldi. Komintern bu uğurda tarihin belki en büyük bölücülüğünü gerçekleştirdi; kapıya dayanmış bulunan Dünya Devrimine, Bolşevik Partisi örneğine uygun tek bir “Dünya Partisi” gerekli diye, mevcut Sosyalist Enternasyonal partilerini parçaladı ve onların içinden çıkardığı yeni komünist partileri kendi yörüngesine çekti. Bir bakıma, kendi vampir ısırığıyla onları da zehirledi. Hepsine “tarihsel zorunluluk” imanını zerketti. Hepsini, kendilerini tarihin taşıyıcısı; tarihin emirlerini içeren bir tür “vahiy” olayının elçisi, peygamberi, ya da en azından Sovyetlerin halifesi gibi görmeye sevketti. Bu da onları, sadece kendi tabanları (cemaatleri) değil, aynı zamanda bütün Sovyet halkı ve 1945’te sonra diğer “kardeş sosyalist ülke” halkları karşısında ortak bir otorite, uluslararası bir iktidar konumuna çekti. Kendi ülkelerinde tek tek muhalefette de olsalar, “zamanından önce” devletleştirdi ve suç ortağı kıldı.
PCF, PCI, KPD, CPUSA, KKE, TKP ve daha niceleri dahil hiçbiri, ama hiçbiri bu pisliğin dışında kalamadı. Kafka’nın Metamorphosis’inde (ben bu başlığı Türkçe çevirilerine tercih ediyorum), Gregor Samsa bir sabah uyanır ve kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulur. İlk bakışta ürkütücü ama halim selim bir böcektir bu; kimseye bir zararı yoktur; nitekim kızkardeşini korkutmamak için kanepelerin altına saklanır ve kendi ailesi tarafından dışlana dışlana ölür.
Sosyalizmin başlangıç ahlâkı için hiç böyle olmadı. Tersine. Komintern de kötü bir tür Gregor Samsa kesildi. Tarihin emrediciliği ve partinin rehberliğinde, ezilenlerin ahlâkının yerini zalimlerin ahlâkının almasını kendi şahsında somutladı.