Ana SayfaYazarlarMarmara’da bir ada (1) Efsanenin silik gölgesi

Marmara’da bir ada (1) Efsanenin silik gölgesi

 

Ahmet Erkan Koca, Samet Ağaoğlu’nun Kuvayı Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Millet Meclisi kitabını yazdı. Ben de bundan bir süre önce Ağaoğlu’nun Marmara’da Bir Ada başlıklı anı kitabını okudum. Ha bugün ha yarın yazayım derken, araya seyahatler ve başka yazılar girdi; yazı hep ertelendi. Koca’nın yazısını görünce heveslendim, diğer işleri bir kenara bıraktım, Ağaoğlu’nun kitabını yazmaya koyuldum.

 

Koca, Ağaoğlu’nun çok güzel tarif ediyor:

 

Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.

 

Kitaplarından okuduğum kadarıyla benim edindiğim intiba da bu yönde. Sadece siyasi bilgi ve birikimi ile değil, zor zamanlarda ilkelerine bağlı duruşuyla da Ağaoğlu, siyasi hayatın her daim ihtiyaç duyduğu ama nadir bulunan tiplerden biri. Marmara’da Bir Ada kitabında, 27 Mayıs darbesinden sonra Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinin hapsedildiği ve yargılandığı Yassıada’da neler olup bittiğini anlatıyor.

 

Ağaoğlu, 1972’de kitaba yazdığı Önsöz’de, kitabı yazmasındaki gayeyi çok açık sözlerle dile getiriyor. Demokrat Parti’nin kuruluşunun üzerinden yirmi küsur yıl, darbeyle devrilmesinin üzerinden on küsur yıl geçmesine rağmen DP’ye husumet besleyenlerin, halen DP dönemi konusunda gerçek dışı bilgiler yaymaya devam ettiğini; dahası, Tarih ve Vatandaşlık (Yurttaşlık) Bilgisi gibi resmî okul kitaplarında aynı yalan ve yanlışların genç kuşaklara ders olarak okutulduğunu belirtiyor. Bu durumda, aynı geçmişin başka yönlerden ve kendi ölçüleriyle hatırlatılmasını bir mecburiyet telâkki ediyor. “İçtimai fayda” tarihin bu perspektifi de kaydetmesini gerektiriyor.

 

“Yüzler, ruhlar ve zihniyetler resmi geçidi”

 

Ağaoğlu’na göre ortada korkunç bir gerçek var:

 

Memleketin aydın geçinen zümresinin bir kısmı günahı çok büyük bir hata yaptı; memleketin cumhurbaşkanına, hükümetine, genelkurmay başkanına, eski kuvvet kumandanlarına, tanınmış generallerine, valilerine, yüksek memurlarına, aralarında büyük sanatkârlar, âlimler, hukukçular, milletvekillerinin hepsine, bir cümle ile millet ve devleti her köşeden temsil eden devlet kadrosunun hemen hemen bütününe ‘dikta rejimi kurulmasına teşebbüs etmiş ve sefil menfaatler uğruna diktatöre boyun eğmiş vatan hainleri damgasını vurdular, yine tanınmış hukukçulardan bir adalet divanı da bu damgayı mahkûmiyet kararları ile mühürledi.

 

Ağaoğlu’nun amacı, kâh “sosyal trajedi” kâh “sosyal komedi” olarak nitelendirdiği Yassıada dâvâlarını gelecek kuşaklara kendi penceresinden aktarmak. Gelecek kuşaklar, bu trajedi veya komedinin nasıl oynandığını bilmeli, “hünerli ve acemi aktörlerini” tanımalı. Çünkü sadece küçük bir parçasını yazabildiği bu dâvâlar “bir yüzler, ruhlar, zihniyetler resmi geçididir.”   Yassıada, demokrasiye mezar olmuştur.

 

Orada mahkûm olanlar, İmralı’da asılanlar insanlardı. Mezara gömülen ise milli hâkimiyet prensibi, halk idaresi kavramı idi. İşte bu yazılar, o gömülüşün hikâyesinden bir parçadır.

 

Her haliyle insan!

 

Ağaoğlu kitabında portreler sunar okuruna. Yargılananları, yargılayanları, tanıkları, izleyicileri gözlemler; yapıp ettiklerini tahlil eder. Her davranışa rast gelir; cesaret ve dürüstlük timsali insanları da görür, korkak ve menfaatperestleri de. Kendisinin ve arkadaşlarının izzetini koruma noktasında milim sapmayana da tanıklık eder, ihanette sır tanımayıp en yakınındakileri sırtından hançerleyenlere de.  İnsan çok çeşitlidir; o yaratılanların en şereflisi de olabilir, en adisi de.

 

Bütün davalarda, hele şu Anayasa’yı İhlal Davası’nda, insan en yüksek çapından en aşağı çapına kadar ortaya döktü kendini… Orada medeni cesaretin ürperten haykırışı yanında aşağılık duygusunun yarattığı iğrenç hıyanetten örnekler gördük. Orada aynı insanın vefa, arkadaşlık uğruna başını cellada nasıl seve seve uzattığına, tüylerimiz diken diken baktık. Orada bütün gerçekleri, intikamın vahşi hırsına feda etmekten çekinmeyen kinlerle karşılaştık. Nihayet yine orada yüzlerce insanın kendilerine açılmış kurtuluş kapılarına tenezzül etmeden, yapılan diktatörlük ithamına karşı nasıl kaya gibi sertleştiğini gördük. (s. 37)       

 

Ağaoğlu’na göre, Yassıada’da görülen bütün dâvâlarda yargılanan DP’liler arasında iki farklı savunma tarzı vardı: Bir tarafta, yaptıklarından ve söylediklerinden geri adım atmayan, gerçekleri söylemekten çekinmeyen ve herhangi bir kurtuluş yolu aramadan bildiklerini eğip bükmeden anlatanlar… Diğer tarafta ise, doğrudan veya dolaylı bir şekilde sorumlulukları başkalarına yıkmaya çalışan, partinin doğal faaliyetlerini bile gizli birtakım hedeflere bağlayan ve böylece darbecilerin gözüne girip işin içinden sıyrılma gayretinde bulunanlar… Bütün sorgulama ve yargılama süreci “bu iki karakter ve ruhun dövüşmesinden örneklerle dolu” idi (s. 74).  

 

“Askerin politikaya karışması memleket için felâkettir”

 

Ağaoğlu, Yassıada’da öne çıkan en önemli ismin Celâl Bayar olduğunun altını çizer. Eski cumhurbaşkanı, mahkemedeki duruşuyla dostunun da düşmanının da beğenisini kazanır. Öyle ki, yargılananlara karşı son derece kırıcı ve edep dışı davranmaktan geri durmayan Mahkeme Başkanı Başol bile, Bayar karşısında kendini çok daha dikkatli bir dil kullanmak mecburiyetinde hisseder.

 

Bayar, kendisini kurtarmak gibi bir derdinin olmadığını — başta Başol olmak üzere — herkese sezdirir. Az konuşur, dimdik durur. Bazı arkadaşları — ki içlerinde elinden tutup bir makama taşıdığı ve her halükârda koruma altına aldığı şahıslar da vardır — kendilerini kurtarmak için onu suçladığında bile, dik tavrından zerrece ödün vermez. Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı cevabı “Mademki arkadaşım söylüyor, o halde doğrudur” olur. Bir keresinde daha da ileri gider; arkadaşlarını göstererek “Sorumluluğun hepsini ben kabul ediyorum. Bunların hepsi masumdur. Hepsi memleketlerinin vatanperver, tanınmış, namuslu insanlarıdır” der ve yükü üstüne alır.

 

Bayar’ın ödünsüz tavrı mahkemeyi kızdırır. Ama Bayar hem bu tavrını sürdürür, hem de güçlü bir muhakemeyle hakkındaki bütün iddiaları tek tek çürütür. Bunu yaparken inandığı fikirleri dile getirmekten de geri durmaz:

 

Sokak patırtıları ile hükümet değiştirmenin doğru olmadığına inanıyorum. Askerlerin politikaya karışmalarının memleket için felaket olduğuna dün de kanî idim, bugün de! (s. 45)

 

Halsiz, bitik ve ümitsiz Menderes

 

Menderes’in mahkemedeki hali ise Bayar’ın zıddı gibidir. Bayar ne kadar kuvvetli ve dirayetli durursa Menderes de o kadar zayıf ve güçsüzdür mahkeme karşısında. Bitkindir. Omuzları çökmüş, sesi kısılmıştır. Umutsuzdur, bir darbe ile alaşağı edilmek ve ağır tahkir altında tutulmak ümitlerini kırmış, bakışlarını soldurmuştur. Can ciğer bildiği bazı dostlarının akla hayale sığmaz ithamları karşısında bile sesinin tonu değişmez.

 

Halsizdir Menderes, ama mantığı ve insicamı yerli yerindedir. Elden geldiğince nazik bir üslupla konuşur; kelimelerinin zarif olmasına azami bir dikkat gösterir.  Bazen kaba bir ifade kullanmamak için “yorucu bir çaba” sarf eder. Son güne kadar bakanlığını yapan ama bugün parmağını uzatarak onu suçlayanlara cevap vermez. Kendisini ölüme götüren yolun taşlarını döşeyenler de dâhil hiçbir arkadaşını suçlamaz.

 

Görüntüsü acı verir insana Menderes’in. Bayar’ın karşısında hitaplarına dikkat eden Başol, Menderes’e karşı ise ağzının ayarını bozar. Menderes sorulara cevap verirken onu sürekli azarlar, hakaretlerde bulunur. Menderes, mahkemenin ahlâk ve edep dışı muamelelerine hak ettiği dozda sert ve ağız dolusu bir karşılık vermez. Ömrü boyunca kavga etmiş bir adamın mahkeme karşısındaki bu süklüm püklüm hali, Ağaoğlu’nun satırlarına hayal kırıklığı olarak yansır:

 

Adnan Menderes, Divan’ın huzurunda eski Menderes’in, 1946-1950 yıllarının yaman muhalifi, 1950’den sonra ismi Türkiye sınırlarını hızla aşarak dünya meselelerinin müzakerecileri arasına karışan, memleket içinde şöhreti efsaneye benzeyen hikâyelerle süslendirilmiş, sesi sabahtan akşama vatan ufuklarında akisler yapan ve Türk milletinin kaderinde tam on yıl büyük rolü ve yeri olan şık, temiz, ince, zarif adamın ancak silik bir gölgesi olarak çıktı.  (s. 38)

 

Devam edeceğim.

 

 

 

 

 

- Advertisment -