Ana SayfaYazarlar'Medenî beşeriyet' ve 'büyük insanlık'

‘Medenî beşeriyet’ ve ‘büyük insanlık’

[29 Mart 2015] Bir elmanın iki yarısı. Kim? Yanda resimlerini gördüğünüz Nâzım Hikmet ile Mustafa Kemal Atatürk. Neden, ne anlamda? Kuşkusuz dar anlamda politik değil. Daha derinlerde, ideo-kültürel. Biri kendini belirtik olarak (kendi kullandığı ifadeyle) “medenî beşeriyet”e mensup gördüğü ve sırf ona hitap ettiği; onun dışında kalan (Nâzım’in ifadesiyle) “çoğunluk” veya “büyük insanlık” kesimini ise fiilen yok veya yabancı saydığı için. Diğeri, kendini zımnen (Atatürk’ün ifadesiyle) “medenî beşeriyet” içinde gördüğü; onun dışında kalan (kendi ifadesiyle) “çoğunluk” veya “büyük insanlık” konusunda ise, Marksist söylemin icaplarına karşın içten içe bir sıkıntısı olduğu; teoride değilse de pratikte, belki Atatürk kadar kültürel yabancılık duyduğu, Kemalist modernizasyon projesine mümasil bir komünist modernizasyon projesinin son tahlilde öznesi değil nesnesi gibi gördüğü için.Çok mu acı ve sert geldi? Anlatmaya çalışayım.İki ayrı fikir arasında gidip geliyordum, bugünkü yazım için. Biri, arkadaşım X’in çok önem verdiğimi geçen gün söylediğim ve şimdilik sadece bir yerini alıntılayabildiğim mektubunu, bu sefer olabildiğince tam metin yayınlamaktı, katıldığım ve katılmadığım yerlerini ayrıca belirterek. Diğeri, Gürbüz Özaltınlı’nın ortaya attığı ve korkarım benim kapıp kaçırır gibi olduğum şu Doğu/Batı, dindar/seküler fay hattının tâyin ediciliği meselesini kurcalamayı sürdürmekti. İkincisi ağır bastı, çünkü başka şey düşünemiyordum; alıntılar, dizeler, cümleler, paragraflar cirit atıyordu kafamda, başka neyle uğraşıyor olursam olayım. İlkini mutlak surette dönmek kaydıyla bir, en fazla iki hafta ertelemeye karar verdim.Önce Atatürk. Yıl 1925. ABD’nin ilk Türkiye büyükelçisi Joseph Grew’yu kabul ediyor. Filme alınmış. Amerika’ya ve Amerikan halkına bir mesaj niteliğinde. “Türk milleti tab’en demokrattır” diyor ve “bu hakikat[in] şimdiye kadar medenî beşeriyet tarafından tamamiyle anlaşılmamış” olmasını “Osmanlı İmparatorluğu’nun son devirleri”ne bağlıyor. Benim için kilit kavram, italiklediğim “medenî beşeriyet” ibaresi. Civilized mankind (toplumsal cinsiyet duyarlılığının zerrece olmadığı bir çağda, humanity değil mankind denirdi kuşkusuz).Yıl 1933. Geçenlerde bir dersim için tekrar bakıyordum Onuncu Yıl Nutku’na. Çok özel bir nedeni vardı, iddialı ihtilâlci lider veya kadroların “kamusal sesi” ile “bireysel sesi” arasındaki farka yönelik (bunu da ayrıca yazarım). Eskiden de bildiğim başka bir şeyler, bu sefer çok gözüme battı, kuşkusuz zihnim hep bu fay hattı meselesiyle meşgul olduğundan. Paragraf 5: “dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesi.” Paragraf 6: “muasır medeniyet seviyesi.” Paragraf 9: [Türk milletinin] “kendine düşen medenî vazife.” Paragraf 11: “bütün medenî âlem… Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti… atinin yüksek medeniyet ufku…”Bütün medeni/yet’lerin altını ben çizdim. Alt tarafı, (basılı haliyle) 38 satır ve 351 kelimelik bir metinde, yedi kere.Fakat bu nutkun bir de taslağı var, biliyorsunuz, son kısmını çizip değiştirdiği. 1925’teki ifadeyi orada da tekrarlıyor, çok özel, çok kişisel bir vurguyla. “Türk milleti”nden ve “bütün medenî beşeriyetten” bir dilekte bulunuyor: “Beni hatırlayınız.”Geçmişte de değinmiştim; medeniyetin kestirmeden ve hiç tartışmasız Garp (Batı) medeniyeti demek olduğu, başka medeniyet bilmeyen, günümüzün değişik pre-kapitalist (Çin, Hint, İslâm vb) medeniyetleri nosyonundan henüz çok uzak bulunan 19. yüzyıl Avrupa-merkezciliği ve Oryantalizmi, dünyayı esas olarak üç halka veya daireden ibaret görüyordu. Yandan kesit olarak bakarsanız en tepede, kuşbakışı bakarsanız göbekte ve en içeride “tarihsel uluslar” (yani hızla gelişip sanayileşerek Yeni Emperyalizm çağına girmekte olan kapitalist ülkeler); en dışta “tarihsiz halklar” (en zayıf, en hızla sömürgeleştirilen kabile toplumları); ikisinin arasında ise Çin, İran ve Osmanlı İmparatorluğu gibi direnen ama “yarı-sömürge”leşmenin önünü alamayan bazı geleneksel devletli toplumlar yer almaktaydı. Zor ve eğreti bir konumdu, bu ikinci halka; nasıl âraftan kâh cennete, kâh cehenneme gidiliyorsa, buradan da ya küme düşerek üçüncü lige iner, veya terfi ederek birinci lige çıkmak mümkündü. İlki “ilkeller”e karışıp kolonyalizmin “yasal av”ı (fair game) olmak, hemen tek örneği Japonya olan ikincisi ise “medenî milletler camiası”na kabul edilip söz konusu tehlikeyi külliyen bertaraf etmek demekti. Bu da Batı ve Batı uygarlığı ile karmaşık bir aşk-ve-nefret ilişkisini beraberinde getiriyor; örneğin Mehmed Âkif “medeniyyet denilen kahbe”ye (Çanakkale Şehitlerine) veya “medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar”a (İstiklâl Marşı) ateş püskürebiliyordu. Gerçi Âkif’in de yarı-emperyal söylemi icabında üçüncü halka halklarını bir Beyaz Türk tavrıyla küçümsemekten geri durmaz (“Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ”). Ama İslâmî değil radikal-modernist bir Türk milliyetçisi olarak Mustafa Kemal’in bu ikilemde nerede — fay hattının hangi tarafında — durduğu çok daha açık olsa gerek. Millî Mücadele yıllarında, yerine göre dua da eder, Şarkın mazlum milletlerinin kaçınılmaz zaferine inancını da vurgular. Ama kendi tercihi ve aslî konumu “medeniyet”in içinde, alla franca’nın kıta sahanlığı üzerindedir. İçselleştirilmiş bir Oryantalizmdir bu. Öyle olduğu içindir ki hedef olarak sadece “medeniyet”i görmekte ve gözetmekte; “muasır medeniyet”e yetişip “medenî âlem”e dahil olmayı arzulamakta; keza öncelikle “medenî beşeriyet”e seslenmekte ve onun tarafından hatırlanmak istemektedir.Kimlerin “medenî beşeriyet”in dışında kaldığının ya da bunun nasıl bir varoluş hali demek olduğunun net tarifine Atatürk’te rastlamıyoruz. Çünkü tarihçi veya antropolog değil; lider, usta politikacı ve devlet adamı. Daha doğrusu, belirtik biçimde rastlamıyoruz da, iki ayrı şekilde satha çıkıyor: bir, “Türk milleti”ni zaten özsel olarak “medeniyet”e mensup gösterdiği ve/ya orada yer almasını gerektiren hasletlerini övdüğünde, ki buna yücelterek ikna yöntemi de diyebiliriz (hepsi Onuncu Yıl Nutku’ndan: büyük millet, yüksek Türk kültürü, yüksek karakter, tab’en demokrat, çalışkan, zeki, meşalesi müsbet ilim, yüksek bir insan cemiyeti, ilme bağlılığı, güzel sanatlara sevgisi, medenî vazifesi, medenî vasfı, medenî kabiliyeti); iki, çok gerekirse geri(ci)liği, taassubu, irticayı, bâtıl inanışları vb alenen, ama asla “Türk milleti”ne izafe etmeksizin, dışlayarak ve bize yabancı göstererek mahkûm ettiğinde.Öyle veya böyle; Atatürk “medenî beşeriyet”in ötesi veya alternatifini, adı kasten konmamış bir belirsizlikte bırakıyor. Nâzım’da ise, ilginç bir şekilde, sanki bunun simetriği ve tamamlayıcısı denebilecek bir tavır söz konusu: kültürel “öteki”nin adını koyuyor — ve teorik inançları gereği, görünüşte olumlu olarak koyuyor — da bu sefer kendi (keza kültürel) yerine belirtik bir tanım, bir açıklık getirmiyor. Bir Marksist olarak Nâzım, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere inanıyor ve kendini de onlarla aynı safta görüyor, öyle terennüm ediyor. Ne ki, soyut ve teorik planda idealize ettiği halkın kültürel değerlerini somut, günlük gerçeklikte yadırgadığı, bunun da en çok dinle ilgili olduğu yer yer gözlenebiliyor.Bu bağlamda, özellikle sürgünde, üç yıl arayla kaleme aldığı iki şiir geçiyor aklımdan. Birinde kitlelerden “büyük insanlık” diye, ikincisinde “çoğunluk” diye söz ediyor. Paradigmatik açıdan, görünüşte her şey yerli yerinde — ama ben ikisinde de kültürel yabancılık duygusunun hayli keskinleştiği kanısındayım. 7 Ekim 1958’de Taşkent’te yazdığı belirtilen Büyük İnsanlık şiirinde, ilk bakışta emekçilerin acıları, yoksulluğu, sömürülmesi ön planda — ama çok dışarıdan bir anlatımla. Büyük insanlık gemide güverte yolcusu / tirende üçüncü mevki / şosede yayan diye başlıyor; ama umudu var büyük insanlığın / umutsuz yaşanmıyor diye son buluyor. Söz konusu yolculuk ve taşıt araçları motifi, 11 Eylül 1961 tarihli Doğu Berlin Otobiyografi’sinin de bir yerinde yankılanıyor ve hep aynı dıştancı ses tonuyla, bu sefer varsıllık-yoksulluğun ötesinde sosyo-kültürel bir farklılığı da sezdiriyor: bindim tirene uçağa otomobile / çoğunluk binemiyor / operaya gittim / çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın. Üstelik hemen ardından şu çok daha çarpıcı mısralar geliyor: çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri / camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye / ama kahve falıma baktırdığım oldu. Yaşlılık, ölüm korkusu ve vatan hasreti yüzünden “kederden gebermekte” olduğunu itiraf ettiği bu son yıllarında Nâzım, alt tarafı hepsi hurafe değil mi dercesine, “büyücü” ve “kahve falı” ile cami, kilise ve havrayı — başka bir deyişle, üç büyük tektanrıcı inanç sistemini — bir tutmaya devam ediyor.Aşikâr ki bu “çoğunluk” veya “büyük insanlık,” sadece (sınıfsal açıdan) “burjuvazi”nin değil, (kültürel açıdan) Nâzım’ın da dahil olduğu ama elbette dahil olduğunu kabul etmeyeceği “medenî beşeriyet”in de dışında kalıyor. Hatâydı demiyorum, çaresi vardı demiyorum, başka türlü olabilirdi demiyorum. Sadece, bir tarihin nasıl şekillendiğini kaydediyorum.

- Advertisment -