Demokratlığın göstergelerinden biri kendi algı, kanaat ve görüşlerimize mesafe alarak bakabilmek… Bu tavrın uzantısı olarak demokrat zihniyetteki insanların başkalarını kategorik olarak yargıladıklarına da tanık olmayız. Çünkü hem ‘doğruya’ sahip olmadıklarının farkındadırlar hem de böyle bir yargılamanın karşıdakini tümüyle ‘anlamaya’ dayanması gerektiğine inanırlar.
Batı dünyası bu yola bundan en az bin yıl kadar önce pratik hayatın ürettiği gelişmeler sayesinde çıktı. Modern tasavvur, daha birçokları yanında ‘görecelilik’ kavramı etrafında örüldü. Geçen yüzyılda ise modernliğin tıkanması ile birlikte, söz konusu kavramın demokratlığın ‘etkileşim’ ve ‘sorumluluk’ ilkeleri etrafında yeniden tanımlandığını gördük. Bu zihinsel açılım aslında derinlerdeki önyargıları tümüyle ortadan kaldırmadı ama Batı dünyası bir olaya ‘meşru’ bağlamda nasıl yaklaşacağını öğrendi. Yüreklerdeki tortulardan kurtulmak mümkün olmasa da, sahiplenilmesi gereken normları bilir hale geldi ve bunu dile de yansıttı. Örneğin ‘siyaseten doğruyu’ savunma anlayışı, demokratlığı tam sindiremeyen ‘modernlerin’ sığınağı olarak işlevselleşti.
***
Bizim cenahta ise ikircikli bir ruh hali ortaya çıktı. Modernleri ikiyüzlü bulduğumuz ölçüde demokratlıktan hoşlandık ve Batı’nın demokrat olmadığı söylemine sarıldık. Ancak kendimiz aynı zihniyet geçişini yapamadığımız gibi, işin salt görüntüsel, yani sosyal ve diplomatik normlarına bile uymakta zorlandık. Belki de onları uygulamayı kendimize yediremedik… Ne var ki demokratlığı tam beceremeyen ve kendisini gizleyen Batı’dan bize doğru bakıldığında da kaçınamayacağımız bir resim verdik: Modernlik bir yana ‘medeni’ davranmakta, dil ve söylemde en temel demokratik nüanslara bile uymakta zorlanan insanlar olarak görülmeye başlandık…
Böylece çok ‘garip’ bir durum çıktı ortaya… Batı’yı haklı olarak oryantalizmle suçlayan bizler, demokratlığın gereğini ancak yüzeysel olarak gerçekleştirebilen Batı’nın gözünde ‘iptidai’ bir medeniyet aşamasının içinde konumlandırılabilir hale geldik.
Bu garabetin son örneklerinden biri 300 Fransız yazar ve siyasetçinin, Yahudi düşmanlığı ve şiddet yaydığı gerekçesiyle Kuran’dan bazı ayetlerin çıkarılmasına yönelik bildiri yayınlamalarıydı. Bu olayı kötü niyet ve cehalet kapsamında değerlendirebiliriz ve muhtemelen o imzacıların önemli bir bölümü açısından haklı da çıkarız. Ama işin bir başka boyutu daha var: Müslümanlar inanca yüzeysel şekilde yaklaşmaya devam ettikleri ve bunu izale edecek bir kültür geliştiremedikleri sürece dine ‘iptidai’ yaklaşım devam edecek demektir. Bugün kendi şiddet siyasetlerini gerekçelendirmek için Kuran’ı kullanan bir dizi örgütün yol açtığı sorunları gözardı edemeyiz.
Ancak bir önemli unsur daha var: Batı’ya nasıl tepki verdiğimiz… Başkalarının kutsallarına saldırmamak önemli bir haslet, ama “Biz sizin ne kadar aşağılık olduğunuzu biliyoruz” gibi bir söylemin söz konusu ‘iptidailikle’ bağlantılı olarak algılanacağını görmekte yarar var.
Türkiye mazlumlar nezdinde birçok doğru iş yapıyor ve vicdanları harekete geçmeye davet ediyor. Ancak eğer bu hayırlı eylemleri, yanına Batı tarihinin bazı utanç sayfalarını koyup, örneğin ‘Fransızların cibilliyeti bu’ cümlesi eşliğinde hayata geçirirsek, ‘hak ettiğimizi’ düşündüğümüz saygıyı en azından Batı dünyasında görmeyeceğimizi bilelim.
***
Bizler için söylemesi kolay olmayabilir ama bütün dinler barış dini olmakla birlikte, her din gibi İslam da savaş için araçsallaştırılabilir özelliklere sahip. Mesele dine hangi zihniyetin içinden baktığımız… Öte yandan her dinin mensupları arasında inancı kötüye kullanmak isteyenler olacaktır. Mesele dindarlığı kuşatan bir demokratik kültüre sahip olup olmadığımız…
Aynı durum tarih için de geçerli. Her kavmin, halkın veya milletin geçmişinde utanç sayfaları mevcut. Başkalarınınkini işaret ederken, kendimizinkini görmek istemiyorsak, bu da maalesef günümüzde ‘iptidai’ bir medeniyet haline denk düşüyor. O zaman da Batı’dan birkaç had bilmez çıkıp böyle bildirileri gönül rahatlığı ile yazabiliyor…