Ehline denk gelmeyen her şey ziyan olur. İnci de, mercan da, can da…
Sen de ziyan oldun kuzum. Oysa temiz bir bahar sabahı gibiydin başlangıçta. Sade, sakin, yumuşak. Gözlerini ilk açtığında gülümseyerek bakıyordun hayata. Bir parça suskun. İçinde derinlerde yanan bir kıvılcım vardı. Sen bile farkında değildin. O kocaman çift kapılı evde büyürken kalabalığın ortasında ne yapacağını bilen bir sen vardın. Daha doğmadan içine damlatılan bir hediye. Bir bilgelik. Bir hediye. Annenin yumuşak görünen sertliğini görürdün mesela, memesinden emdiğin sütte o tadı alırdın. Biraz endişe, biraz korku, biraz azim çokça lezzet. Bu lezzetin nerden geldiğini bilirdin de tüm o kaygıların sebebini bilmezdin. Dokuz ay on gün kaldığın çalkantılı mağaradan duyduğun her sözcük, her koku, her dokunuş sırtına yüktü senin. Annenin içinde dolaşırken aldığın her tat coğrafyanla ilgili bir ipucuydu. Nereye ve kime geleceğini seçememiştin. Oraya konmuştun. Başta tek istediğin kusursuz bir gelişim göstermekti, kusursuz bir büyüme. Anlamlandırma içindeydi, ondan emindin.
İlk gün babanın hiç bitmeyecek gibi akıp gelen sıvısının annenin içine aktığı o gün, o yarışta sen göğüslemiştin ipi. İlk sen buluşmuştun annenle. Bir kurbağa yavrusu gibi atlamıştın. Üç katmanının da daha sen ne olduğunu anlamadan hızla yol aldığı, büyüdüğü, senden ve annenden bağımsız filizlendiği zamanlar. En sevdiğin, en heyecanlı… Ahir ömründe en güzel akan zamanlar. Bir susam tanesi neredeyse. Kalbin oluşmuştu hemencecik. Annenle arandaki bağ kurulmuştu. O aralar rüyalar görmeye başladı annen. Senden haberi yoktu henüz, rüyalarında atan bir kalp, ona bakan kahverengi gözler, ona uzanan minik elleri görmeye başlamıştı. Bir duası vardı, uyanınca hep onu okurdu. Göğüslerinde bir gerilme, içinde hafif bir bulantı, kokuların en uzaktakini duymaya başladığında emin oldu senden. Dört tane daha vardı evde aynı belirtilerle gelen. Boy boy dört oğlan.
Sen annenin yorgunluğunu, sana hoş gelen ter kokusunu ve korkusunu duyabiliyordun. Bir de günün bir zamanında, annen yorgun uzanmışken bir başka koku, bir başka ses de duyar olmuştun. Biraz tütün, biraz rakı, biraz leblebi. Biliyordun isimlerini, daha görmeden. Annenin yanında yatan adamın ağırlığını. Gecenin bir vakti gelip elini beline attığındaki annenin öfkesini. Ama gene de annenden bağımsız seviyordun onu. O kokuları, o varlığı. Nedense güveniyordun ona. O tütün kokusuna hep güvendin ömrün boyunca da.
Altıncı haftaya geldiğinde annenin seni istemediğini anladın, ağladın. Annen ağlarken için için sen de ağladın. İnat ettin. Annen ne yaptıysa kendi çabasıyla sen ondan kararlı çıktın. Küçücük bir bezelye tanesiyken kafa tuttun yumuşacık. Kalbin daha tazecikken tutundun, bırakmadın. Gene de izi kaldı o anın. Kalbinde bir delik. Küçücük.
Çoktan oluşan gözlerin, filizlenmeye başlayan ellerin, kolların, ayaklarınla sarıldın annene. Pes etti sonunda. Gelecekse Allahtan, dedi annen. Sevindin. Allah’ın adını hep hatırladın. Varlığını borçlu olduğunu anladın.
Bir incir kadar olduğunda kımıldanmaya başladın belli belirsiz. Annen elini karnına koyduğunda oraya doğru süzülme isteği beliriyordu içinde. Heyecanlıydın. Elini saçlarında istiyordun. Tütün kokusu seyrelmişti o ara. Yalnızdı annen anlıyordun. Kardeşlerinin mırıl mırıl konuşmalarını, ağlamalarını, neşeli seslerini duyuyordun ama baban yoktu.
Bir mandalina, bir elma ve bir irice domates zamanları yaşadın. Senden öncekilerden geniş bir yerin vardı ve çabucak öğrenmek istiyordun. Annenin hayatını kolaylaştırmak, ona yardım etme isteği büyüyordu içinde. Onu rahat ettirmek. Tütün kokusu bir geliyor bir gidiyordu. İki halinde de annenin kalbinin ufalandığını, üzüldüğünü biliyordun. Belirgin göbeğine dokunan babanın eli seni okşuyordu şefkatle. O kocaman sarışın elden sana geçen güveni seviyordun. Annene rağmen.
Bir gece sabaha karşı ezan okunurken geldin. Bir kız, dedi eben. Sapsarı bir kız. Kahverengi gözlerin birkaç gün içinde hareler olan yeşile dönecekti. Tıpkı babaannen gibi.
Dört oğlan o gün görmediler annelerini, babalarını da. Ebe hem sana hem onlara hem de annene baktı.
Kolay doğumdu, dedi ebeanne soran komşulara, kız gelmeyi çok istiyordu sanki.
O kocaman çift kapılı evde, senden önce dört kardeşinin yattığı beşikte uyudun yumuşacık. Pembe bir kumaşla kaplanmıştı beşik. Pembe zıbın dikildi acele acele. Pembe battaniye. O battaniye yıllarca yuvan oldu sonra, mağaranı hatırlatan bir şey. Yanından ayırmadın hiç.
Baban geldi birkaç gün sonra tütün kokusuyla. Seni kocaman elleriyle tutup yüzüne yaklaştırdığında sarışın başına baktın yumuk gözlerinin ardından. Bir hayal, bir ses, bir nefes. Kocaman gülümsedin sonra. Güldü baban. O gülüşe bağlandın o anda. Artık ne yapsa ne dese hak verecektin ona. Mercan olsun adı, dedi baban. İnci Mercan. Sevdin adını.
Annenin memesindeyken elini kalbine koyuyordun, hep bildiğin o hafif gümbürtü, içinden geçenleri dinliyordun. Annenin mavi gözlerinden geçenlerle kalbinden geçenlere bakıyordun. Sonra sözleri. Az konuşuyordu. Aklı hep babanda, hayatı sizinle, seninle değil babanla akıyordu. Sevmesi, kızması, yalnızlığı, terk edilmişliği hep babanaydı. Size yer yoktu o kalpte, o gözlerde, o sözlerde. İçinde karanlık küçük bir bulut saklıydı annenin, biliyordun. Memesinden sızan o bembeyaz sütten sana geçen hep bunlardı. Hızlı büyüdün. O memede aradığını bulamayacağını çabuk anlamıştın. Abinlerin de aynı şeyi bilip bilmediğini merak ettin. Oğlanlar ara ara gelip bakıyorlardı sana, annen evle uğraşırken nöbetleşe yanında oturuyorlardı, bazen biri ikisi bazen hepsi. Hem seviyor hem kızıyorlardı. Bir çeşit zorunlu oyuncak.
Ebeanne size sık sık uğruyordu, sesinden tanıyordun onu, ellerinden, dokunuşundan, kokusundan. Biraz baharat biraz klorak biraz da şefkat kokuyordu. Annenle oturup uzun uzun konuşuyordu. Annenin sessizliğine hayret ediyordun. Senin duyduğun hiçbir sözcük çıkmıyordu ağzından. Konuşursa susmayacağını düşünüyordu annen hep, durmadan ağlayacağını, evi barkı bırakıp gideceğini sonunda. Baban geldiği zamanlarda ceplerinde bulduğu fotoğrafları, üzerine sinen parfüm kokularını düşünüyordu. Çocuklarından öncesini hatırlıyordu hep. O güzel günleri, yalnızken ve sevdalıyken. Her şey değişmişti ve annen buna dayanamıyordu.
Ümidini kestin annenden. Memeden kesildiğin gün onun da senden vazgeçtiğini anladın. Son defa, bir sabah seni emzirirken kalbine baktığında içerde bir yerde farklı bir şey duydun, bir sessizlik, bir boşluk, bir ezilme, ritminde bir farklılık. Oysa gece geç saatte baban geldiğinde nasıl da heyecanlanmıştı annen. Kalbi kuş gibi çarpmıştı aşkla. Sonra baban usul usul anlattı annene, sen yatağın yanındaki beşiğinde yatıyordun. Uyuyamamıştın. Babanın ne dediğini anlamaya çalışıyordun. Tütün kokusu ve anason odayı doldurmuştu. Baban eşyalarını toplarken annen usul usul ağlamıştı. Mavi sabahlığı üzerindeydi -senin en sevdiğin- ağladıkça parlayan gözlerinin feri sönmüştü baban seni öpüp çıkarken. O sabah dışarda bitmek bilmeyen bir yağmur vardı. Sanki hiç gün ışımamış, sabah olmamış. Annen şişmiş gözleriyle kahve yaptı kendine, seni emzirmeyi unutup. Babandan kalan sigaralardan birini yaktı ilk defa. Mutfak masasında oturup uzaklara, yağan yağmura, çakan şimşeklere baktı. Oğlanlar mutfağa doluştuğunda seni verdi kucaklarına ve gitti. Üzerinde mavi sabahlık. Sürekli gürültü yapan oğlanlar bile bir tuhaflık olduğunu anlamış sessiz oturuyorlardı. Büyük olan abin Derya, sonunda dolaptaki çorbayı çıkardı. Yarı soğuk yarı sıcak ısıtıp yediler dördü birden. Sen ağlayınca beşiğinde hatırladılar seni, bir kâseye koyduğu çorbayı kaşıkla sana yedirmeye çalıştı, tadını beğendin. Abini yormadan yedin. Uyudun sonra. Sessizlik.
Yağmurda evde tıkılı kalan oğlanlar en baştaki sakinliklerini gittikçe kaybetmiş, evin her tarafını tarumar etmiş, acıkmış, kalan yemekleri yemiş, birbirlerine girmiş sonra gene acıkmış bu sefer kalan ekmek parçalarını kemirmişlerdi. Sen bir kere ağlamıştın. Büyük abin Derya biraz süt akıtmıştı ağzına sonrakinde şekerli su. Bir ara Ebeanne gelince kapıyı açıp hep bir ağızdan kadına üşüşmüşlerdi. Derya, Hızır, İlyas ve Oruç dördü birden ebenin etrafını sarmış anneyi soruyorlardı. İlyas’la Oruç ağlamaya başladılar nihayet. Derya abin durmadan yutkunuyordu. Hızır ilk defa o gün kekelemeye başladı.
Ebeanne oğlanların ortasında kalınca yetişebildiğine sarıldı önce. Sonra divana oturdu oğlanlarla beraber.
Aç mısınız, dedi önce başlarını okşarken. Açız, dediler.
O zaman önce eller, yüzler yıkansın, yemek öyle yensin dedi Ebeanne.
Oğlanlar bir koşu banyoya giderken Derya’ya sen kal! dedi kadın yumuşak bir sesle.
Olanları sordu, anneyi, bebeği.
Durup düşündü sonra, hiç evinden çıkmayan bu kadın nereye gider? Birkaç fikri vardı, kendine sakladı. Menemen yapıp oğlanları doyurdu önce. Yanına ayran çırptı. Göbeği şişiren oğlanlar sakinleştiler. Sonra gelip sana baktı. Sen kocaman yeşil gözlerinle dupduru baktın kadına. Temizledi seni şefkatle. Kucağına aldı. Yeni bir kalp dinledin orda şefkatten ibaret. İçi eziliyordu kadının anlıyordun. Dolabın boş raflarına bakınca Ebeanne içinde tuttuğu soluğu bıraktı kederle. Anneni bulma zamanıydı artık. Sardı sarmaladı seni de yanına alıp dışarıya çıktı. Sokak yağmurla ıslanmış, ağır hava dağılmaya başlamıştı. Bulutların arasından güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Birkaç sokak geçtiniz. Birkaç insan. Olabildiğince hızlı yürüyordu kadın. Meydanlık bir yere geldiniz. Bir pasaja girdi kadın. Pasajın içinde bir sinema. Kapıdaki biletçiye bir şeyler söyledi, sen anlamadın. Uyku yavaşça dağılmıştı içine. Karanlık bir salona girdiniz, gölgeler, şekiller, sesler dünyası değişmişti. Devasa bir perdede ağlayan bir kadın. En önde tek başına oturan anneni gördün hayal meyal. Onun gözyaşları yanaklarında kurumuştu. Kimin için ağlıyor anlamadın. Annenin kalbinden sana doğru gelen sesi dinledin. Kırılmış bir plak gibi cızırdıyordu yüreği. Sen de ağlamaya başladın. Annen ikinizi görünce şaşırdı önce sonra kızdı sonra utandı. Göğüsleri kaynadı. Ebeanne, hadi kızım, dedi hadi evine.
Annen kolları kendine sarılmış bir şekilde itiraz etmeden kalktı yürümeye başladı. Sinemanın karanlığından çıkınca sustun sen. Annen bir omuzu kırılmış gibi yana eğilmiş yürüyordu. Yaşlı gözlerle ona bakmaya devam ettin. Eve vardığınızda Ebeanne seni beşiğine yatırdı. Anneni duşa soktu. Annen durmadan dua ediyordu kadına. Kalbinden intizarlar geçiyordu oysa babana. Hiç gelmeyecekti baban, biliyordu. Evi saran sabun kokusu çabuk silindi hafızandan. Tütün kokusunu özledin hep.
Annen eve kocaman bir makine aldı sonra, bir örgü makinası. O ses evin sesi oldu, evin ismi oldu. Örgücülerin evinde beş çocuk büyüdü. Derya abin hep ayrı sevdi seni. Annen gittikçe sessizleşti. Kulağı uzun zaman kapıdaydı biliyordun. Bıkmadan bekledi. Baban gelse ne diyeceğini planladı, nasıl bağıracağını, nasıl hesap soracağını, nasıl özlediğini, nasıl nefret ettiğini, ne diyeceğini planladı ince ince. Gelmedi baban. Arada bir para gönderdi sadece. Çok sonra Derya abinle arada bir görüştüğünü öğrendi annen. Seferden döndüğü zamanlarda caminin arkasındaki kahvede buluştuklarını. Onu değil de oğlunu gördüğü için affetmedi ikisini de.
Yıllar geçti.
Annenin gözlerinin mavisi gittikçe soldu, çabuk yorulup çabuk kızmaya başladı. En çok sana, hep sana kızdı. Sen gelmeseydin gitmezdi ona göre. Sen bozmuştun büyüyü. Hiçbir şeyini beğenmedi senin, hiçbir şeyi yakıştırmadı.
Halsiz ve yaşlı hissediyordu kendisini, biliyordun. Oysa sadece kırk iki yaşındaydı. Bir gün tekledi kalbi, düştü bayıldı. Sen koştun önce.
Hastanede acilde koşuşturdu doktorlar, tam zamanında yetiştirdiniz, aferin, dediler. İlk aferinindi belki de, şaşırdın. On dört yaşındaydın.
Kalp kapakçığına metal taktılar annenin, kalbini duyamaz oldun. Sadece yavaş bir tıkırtı, metalik bir ses. Elektriğinde bir bozulma. Sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. Kolları eski gücünden vazgeçmişti çoktan. Yüzünde bacaklarında bir uyuşma. Peltek konuşmaya başlamıştı ardından. Önce Hızır gibi kekeliyor zannettiniz. Hızır’a çekti galiba annem, dediniz. Ebeanne de yoktu artık, yalnızlıktan ilk defa o zaman korktun.
Annen örgü makinasının örtüsünü kapattı bir akşam. Bir daha da açmadı. Kolları da aklı da zayıflamıştı. Bir köşede oturup duvardaki bir boşluğa bakmaya başlamıştı. Kalbinde pürüzlü bir tıkırtı. Bir hızlı bir yavaş. Düzensiz bir çarpıntı. Duymak istemesen de yanı başındaydı. Cızırdayan bir radyo, akacağı kanalı bulamayan bir elektrik.
Abilerin hem okuyup hem çalışıyorlardı, evin erkeği bir değil dört taneydi. Dört gencecik fidan. O sene Derya abinle Hızır Denizciliği kazandılar, sonra İlyas’la Oruç da aynı okula girdiler. Babaları gibi. Babalarına yetişmek için, onu bulmak için. Nafile bir çabaydı, biliyordun. Derya bir gece masa başında ders çalışırken sana bir fotoğraf göstermişti. Babanın yanında güzelce bir kadın, esmer, yanında iki çocuk, ikisi de kız. Koca kahverengi gözleri, kaküllü saçları vardı kızların. Bir örnek kıyafetleri. Dördü birden gülümsüyorlardı. Nedense babanın elinde sigara aradı gözlerin. Bir eli esmer kadının omuzunda diğer eli kızları sarmıştı. Denizin ortasında bir yerlerde çekilmiş o fotoğraf kalbinin hoplamasına sonra da ortadan kırılmasına sebep oldu. O zaman anladın anneni. Yeşil gözlerin bulutlandı. Gidip annenin yanına oturdun. Başını kalbine koyup sıkı sıkı sarıldın. Annen orda yoktu. Dokuz ay on gün dinlediğin sesleri aradın. O sesler, o hışırtılar, o mağara orada yoktu. Gidip annenin yatağına yattın. Bebek battaniyene sarıldın. Eski, eprimiş, yumuşacık senden bir parça o battaniyeye sarıldın. Uyudun.
Ertesi gün kalktığında kararlıydın, on beş yaşın pervasızlığı vardı üstünde. Çantanı hazırladın. Birkaç parça eşya, babanın fotoğrafını koydun çantaya. Bir paket sigara sonra. Battaniyeni katlayıp dolabın en dibine kaldırdın. Evden çıktın. Pasajın içindeki sinemaya gittin önce, karanlıkta oturup King Kong’u seyrettin. Kimse gelmedi seni aramaya. Sokağın başında durup eve doğru baktın. O tıkırtıyı duymadın, sadece kendi kalbin. Yürüdün.