Cumhuriyet, belli bir kimlik tahayyülü üzerine kuruldu. Laik ve milliyetçi kodlarla biçimlenen bu tahayyül İslami ve Kürdi hassasiyetlere kapalıydı. Rejim, bu kimlikleri bekası için bir tehlike addediyordu. Bundan ötürü bunları baskı altına aldı, inkâr etti, kamusal alandan sildi ve birçok yasaklamaya tabi tuttu. İslami kimlik ile Kürt kimliği, siyasi merkezin dışında bırakıldı, bu kimliğin mensuplarının demokratik siyaset alanına girilmelerine müsaade edilmedi.
Ne var ki, bu kimliklerin çok güçlü bir toplumsal karşılığı vardı. Nüfusun kahir ekseriyeti Müslüman ve dindardı. Keza bütün tedip, tenkil, imha çabalarına karşın direnen ve asimile edilemeyecek kadar büyük bir Kürt kimliği de söz konusuydu. Bunların ilelebet siyasi karar alma süreçlerinden uzak tutulmaları ve siyasi temsil olanağından mahrum bırakılmaları mümkün değildi. Eşyanın tabiatına ters düşerdi bu. Öyle ya da böyle bu kimlikler oyuna dâhil olacak ve siyasetin merkezine ilerleyeceklerdi.
İslami kimliğin yürüyüşü
Nitekim öyle de oldu. İslami kimlik 1970’lerde Erbakan ile birlikte siyasi mücadelenin içine girdi. 1980 ve 1990’lar Erbakan’ın, 2000’lerde ise Erdoğan’ın liderliğinde bu mücadeleyi sürdürdü ve peyderpey ilerledi. 1970’lerde İslami kimlik, önce CHP ile bir koalisyon kurdu, ardından Milliyetçi Cephe hükümetleri içinde yer aldı ve ilk adımı attı. Katı bir despotluğun hüküm sürdüğü 1980’ler ise tabanı tutma ve siyasi varlığa kasteden yasakları aşma çabasıyla geçti.
İslami kimliğin yükselişi 1990’larda başladı. Önce parlamentoya girdi, akabinde yerel yönetimlerde iktidara geldi. 90’ların ikinci yarısında ise artık hükümetin büyük ortağıydı. Müesses nizamın buna tepkisi sert oldu ve 28 Şubat’ta tanklar sahaya sürüldü. Sahaya inen sadece asker değildi; üniversiteleri, medyası ve yargısıyla rejim bir bütün olarak saldırıya geçti. İrtica hortlatılmayacak, şeriatın gelmesine izin verilmeyecek, Cumhuriyet’in kazanımlardan vazgeçilmeyecek, Türkiye bir İran veya Malezya olmayacaktı.
Ancak bu topyekûn saldırı, İslami kimliği referans alan hareketin merkeze yönelişinde sadece kısa bir kesinti yaratabildi, yoksa yürüyüşün kendisini durduramadı. 2000’lerde halk merkez sağ ve merkez solda yer alan partilere çok ağır bir fatura çıkarttı, rejimin merkezi çöktü, partileri ve liderleri tasfiye oldu. AKP seçimleri kazandı, tek başına hükümet kurdu ve kesintisiz onüç yıl sürecek bir iktidar dönemi başladı.
Karşılıklı etkileşim
İslami kimliğin merkeze doğru hareketi çift yönlü bir sonuç doğurdu. Hem kimliğin kendisinde, hem de merkezde birtakım mühim değişikler meydana getirdi. İslami kimlik kendisi gibi kalmadı. Eski (Milli Görüş) gömleğini çıkardı, kendine yeni bir gömlek (muhafazakâr demokrat) biçti. Bazı kabullerinden vazgeçti, bazılarını esnetti. Toplumsal tabanını genişletti. Ama İslami kimlik, merkezi de olduğu gibi kabul etmedi. Merkezin ana fikriyatını tartışmaya açtı, temel tercihlerini sorguladı. Kimi alanlarda sembolik, kimi alanlarda ise esasa ilişkin değişikler yaptı.
Elbette bu dönemde de rejim kendini korumak için tüm güçlerini kullandı. Kalelerini tahkim etti, değişimi engellemek için var gücüyle savunmaya geçti ama değişimin önüne geçemedi. Merkez, değişti, yeni bir biçim kazandı. Olmaz denilenler oldu, asla yapılamaz zannedilenler gerçekleşti. Merkezin görüntüsü de, içeriği de değişti ve yeni bir merkeze dönüştü. Nitekim yeni Meclis’in yemin törenindeki renklilik, bu dönüşümün boyutunu gözler önüne seriyordu.
Üç-beş çapulcu
Kürt kimliği 1980 darbesinden önce canlı bir siyasi ortama sahipti. Birçok örgüt vardı, çünkü dönemin aşırı politikleşmiş ortamında Kürt gençleri de Türk gençleri gibi sayısız fraksiyona bölünüyordu. Ama bunlardan güçlü olanları yerel seçimlere girip belediyeleri kazanacak kadar da etkiliydi. 12 Eylül, herkes gibi Kürtlerin üzerinden de silindir gibi geçince bütün bu canlılık ve heyecan sona erdi. Ortada Kürt kimliğinin taşıyıcısı olarak bir tek silahlı mücadele veren PKK kaldı.
1980’ler silahlı mücadele yıllarıydı. Devlet üç-beş baldırı çıplakla karşı karşıya olduğunu düşünüyor, işi ciddiye almıyordu. Ama kazın ayağı öyle değildi. 1990’lara gelindiğinde PKK toplumsallaştı, hatırı sayılır bir kitle desteğine erişti. Buna bağlı olarak PKK siyasi alana da müdahil oldu. Hareketin ilk siyasi parti olan Halkın Emek Partisi (HEP) 1990’da kuruldu ve bir yıl sonra SHP ile ittifak yaparak Meclis’e girdi.
Fakat sistemin Kürt kimliğine tepkisi, İslamcı kimliğe olan tepkiden çok daha fazla kıyıcıydı. Kürdi olanı hazmetmek, İslami olanı hazmetmekten daha zordu. İlk günden itibaren Kürt kimliğinin Meclis’teki varlığına tahammül edilmedi, vekiller türlü yöntemlerle sindirilmeye çalışıldı. Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, sokak ortasında katledildi. 2 Mart 1994’te parlamentoya bir darbe yapıldı, millet iradesini gasp edildi ve şahsında bütün Kürtler tahkir edilerek rahmetli Orhan Doğan gözaltına alındı. Doğan ile birlikte Selim Sadak, Hatip Dicle ve Leyla Zana on uzun yılı hapishanede geçirdi.
1990’ların ateşten günlerinde Kürt kimliğinin Meclis deneyimi uzun sürmedi. Ancak siyasi mücadelenin farklı kulvarları vardı. 1999’da yerel yönetim seçimlerinde önemli bir başarı elde edildi. Kürt kimliği, kendini hem ispat edeceği ve hem de yeniden üreteceği bir mecra kazandı. 2007’de sistem yine zorlandı, Meclis’e dolanılarak girildi ve siyasi mücadelenin alanı genişledi.
Türkiyelileşme ve Kürdistanileşme
7 Haziran bu mücadelede önemli bir noktaya tekabül ediyor. HDP bu seçime “Türkiyelileşme” iddiasıyla girdi. Lakin burada ilginç bir nokta var: “Türkiyelilik” söylemini dilinden düşürmediği ve hatta mitinglerinde Atatürk posterlerinin dalgalandığı bir dönemde HDP aslında bir “Kürt partisi” oldu ve daha fazla Kürdistanileşti. Zira seçim sonrasında yapılan araştırmalar HDP’nin oylarının ezici çoğunluğunun Kürtlerden geldiğine işaret ediyor. HDP hem bölgede tek rakibi olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) önemli bir üstünlük sağladı, hem de Türkiye’nin Batısındaki Kürtlerin teveccühüne mazhar oldu. 6 milyonun üzerinde oy alan HDP, 2007’de 22 ve 2011’de 36 olan milletvekili sayısını da 80’e çıkardı.
Yani Türkiye’nin her yöresindeki Kürtler oylarıyla HDP’yi desteklediler ve siyasetin merkezine taşımasının iki anlamı var: İlki, Kürtlerin Türkiye ile birlikte yaşama iradelerini göstermesidir. Kürtler, Türkiye’nin her tarafına dağılmış durumdalar. Onların ihtiyari veya mecburi sebeplerle gidip yerleştikleri yerlerden dönmek veya yeni sınırlar oluşturmak gibi bir talepleri yok. İkincisi ise, Kürtlerin Türkiye’de sistemin yeniden kurulması taleplerini içermesidir. Evet, Kürtler Türkiye’de beraber yaşamayı istiyorlar ama bu Türkiye’de değil. Kürt siyasetinin aktörleri süreç içinde değiştiler. “Bağımsız, birleşik, milli ve sosyalist bir Kürdistan” hedefiyle çıktıkları yolda rotayı “demokratik Türkiye”ye çevirdiler. Şimdi de Türkiye’yi değiştirmeye, Kürdistan’ı da kapsayan bir Türkiye’yi inşaya çalışacaklar.
Yani daha önce merkeze gelen İslami kimlik de olduğu gibi Kürt kimliği de pasif olmayacak. Aktif bir tavır takınacak. Merkez’in yeniden kurulmasını isteyecek. Verili düzeni yeni değerlerle yapılandırılması için uğraşacak. Kürt kimliği önündeki engellerin kaldırılmasını isteyecek. Başta Rojava olmak üzere devletin Türkiye sınırları dışındaki Kürtlerle de işbirliği yapmasına odaklanacak. Kürtler merkezde kaldıkça ve merkeze yürüdükçe merkez de yeni bir forma bürünecek.