Ana SayfaYazarlarMesire olarak futbol

Mesire olarak futbol

 

Yıldırım’ın kulübü, Kocaman’ın takımı sürüklediği tutarsızlıklar Fener’e yarım yüzyıllık angajmanımı ve beklentilerimi tüketince gerçek anlamıyla futbolsever oldum. Şimdilik bütün takımlara aynı mesafedeyim. Trabzon’a bile… Yegâne istisna; ait olduğu yerleşmeyle birlikte adı bile temelini atan Refah partisinden devşirme başak olmasının antipatisiyle reel siyaset ve iktidardan bağımsız düşünemediğim Başakşehir hariç. Sadece onlar kazanmasın istiyorum o kadar. Şimdilik kazanmasını istediğim takım kalmadı. Fener seyircisine ve Kocaman’la ilişkileri problemli olması muhtemel yıldız ve gayretli oyunculara empatik hislerim azalmış değil. Başakşehir karşıtlığım maçlarını izlememe engel olmuyor. Hatta Braga ile eşleşmesini stadının anlatacağım picturesque özelliğiyle seyircisinin şansı diye görüp memnun da olmuştum. 

1-Kayalıkta stad                                  

Önce Başakşehir’in tura takılıp elenirken birlikte elenen rakiplerinden Braga’nın yayıncının dikkatsizliğiyle hakkı verilmeyip gözlerden kaçmış ziyafeti Souto de Moura tasarımı stadı: Braga belli ki Kastamonu-Küre misali dağlık bir arazinin küçük taşra kenti. Yaratıcılığın ne sonu ne de sınırı var. Stad için mi oyuldu, yoksa madencilik gereği zaten açılmış bir oyuk mu kullanıldı bilmesem de; kentin hemen kıyısındaki romantik bir hafta sonu rekreasyonuna elverişli çarpıcılıktaki kayalıklara gömülü stadı deneyimlenmeden de olsa birkaç sözü hakediyor:

 

 

Kayalığın doğa vergisi heykelsiliğini kapalı tribünün ölü yan cephesine taşıdığı merdivenlerin kayalığın ters yönündeki eğimiyle pekiştiren ifadesi, Colosseum’dan beri yinelenen stad kesitine akla kolay gelmez bir boyut getirerek inip-çıkanları adeta havada uçurduktan sonra merdiveni tutan duvarın oyuklarından içeri alıyor.  

 

Colloseum

Braga

2-Aslantepe peyzajı alternatifi            

Bu fikrin doğal verisi tasarımla imal edilmiş, geliştirilmiş, bir çeşidi bizim Murat Tabanlıoğlu master atölyesinde GS ve Barca formalarıyla dolaşmasıyla da atölye hafızasına geçmiş Mert Velipaşaoğlu tarafından tam da inşa edildiği sırada Sancaktepe/Aslantepe için üretilip bizlerin takdiri ve notlarıyla taltif edilmişti.

Yeterli hayat tecrübesine sahip büyükler olarak, futbolun seyrini rekreatif deneyime de dönüştürmeyi hayal edip kağıt üzerinde de olsa mümkün kılmış bu dahiyane peyzaj fikri üzerine bir de beylik “Türkiye’nin gerçekleri…” nutukları dinlememek için siyasi/sportif makamlarla paylaşmadığımız bu nefes kesici ürünü Santral’ın kamuya açık salonlarında sergilemekle yetinmiştik. Mert’in projesinin cümle arasında geçtiğim ayırdedici özelliği, Postmodern zamanların tüketimle beslenmekle yetinilmiş stadyum programı yenilenmesine getirdiği soluk kanımca topoğrafya yorumundaki ayrıcalığını bile gölgede bırakacak derecedeydi. En çukurdaki sahayı “S” şeklinde saran yamacın sahaya yakın en alt kottaki bölümleri bilinen manada basamaklı tribüne dönüşürken, o tribünlerin arkalarının yaslandığı tepelik alan boylu-boyunca bir mesire alanına dönüşüyor. GS taraftarlarına takımlarının maç günlerini çoluk-çocuk, mangallı-tüplü piknik yapma eşliğinde orta yuvarlaktan dalgalar ve kademeler halinde çevreye yayılan gerçek bir şölen alanına çevirme fırsatı veriyordu. Aslantepe yakıştırmasının bu denli onurlu ve yaratıcılığa açık bir yorumu olabileceği kimin aklına gelirdi?

Sırf Aslantepe ve GS de değil, yüzyılın küresel ölçekte kitlesellikle taltif edilmiş bu en coşkulu oyununa böyle yücelme fırsatı nerede ve ne zaman verildi? Pele’den Cruyff ve Maradona’ya, Collina’dan Cüneyt Çakır’a böyle bir yerde oynayıp, düdük çalıp, maharet gösterme fırsatını ödül saymayacak yıldız gelmiş midir dünyaya?

 

 

Bir İstanbul boğazı daha açacak hafriyatı göze almışların sıra gerçek yaratıcılığa geldiğinde en konformist damarlarının tutacağını kestirecek kadar hayal kırıklığı yaşamıştık hepimiz. Siyasisi, futbol erbabı, işinsanıyla her yere yapılanda anlaşacaklarını bile bile kapı çalacak saflıkta kimse yoktu aramızda.  Otoyoldan geçeceklere ihtişamıyla kendini gösterecek bir stad manzarasının övüncünden kimse mahrum bırakamazdı nasılsa işin içindekileri…      

 

GS/Türktelekom Arena/Aslantepe

Santral’da Kağıthane parkı ve kentel dönüşüm projeleri sergisi(2007) 

Öte yandan bu saflığı sabık meslektaş başkan Topbaş’ı Kağıthane kent parkı proje sergimizi bizzat gezdirerek tatmamış da değildim.

3-Biraz da söylem..                                       

Futbol yazmak işim de keyfim de değil, ama hazır yazmışken, maç ve tartışmalarda kulağımı tırmalayanlar:

 

    

Sahanın en belirleyici nesnesi “kale”nin adı kulak duya-duya değişip “çerçeve” oldu. Almancası “Tor”dur. Yani kapı, ama bina kapısı değil[o Tür], mesela kent ve kale, avlu kapısı gibi büyük ve genelde kamusal kapılar. Almanlar gole de Tor der. Çerçevenin ne sakıncası var? O sözcük kalenin şeklinin bile tamamını içermeyip kaleyi bir ön yüze indirgiyor. Oysa ön yüzü sınırlayan kale direkleri, “direkten dönme”nin iki taraflı yürek hoplatıcılığı ayrı tutulursa, kalenin bile kaideler haricindeki en önemli bileşeni değildir. Mesela fileler en sıradan seyirci için de golün daha duyusal [phenomenal] bir deneyim nesnesidir. Söylendikçe alışılsa da o “fileleri havalandırma” golün ne şairane ifadesidir. Sadece ağların iç hacmi de değil. Kale, önündeki kaleciye tahsis edilmiş kale sahası(altı pas) ile de çerçeveye sığmayan epeyce geniş bir alandır.

 

 

Çalımın yerini “adam eksiltme”, topu havaya dikmenin yerini de “yükseklik kazandırma” aldı. Topu bekletmeden hemen pas yapmayı teşvik için ad konması tamam da, neden “tek top”?.. Belirsiz.

 

 

Bu arada gol pasına asist, onun da öncüsüne “hazırlık pası” denmesi gibi iletişimi kolaylaştıran ifade zengini yenilikler de olmadı değil.

Artık öyleleri olmadığından mı bilmem; en ziyade Alpaslan’a yakışmış ayağını el maharetiyle kullanmayı “raket” mecazıyla anlatan tarihe karışmış yakıştırmalar da var.

 

 

- Advertisment -