Yerli kavramını yeni yeni kullandığım(ız) günlerde, sözcüğün bir yazımda (“Siyaseten daha yerli,” Serbestiyet, 06.05.2014) ifadelendirmeye çalıştığım anlamı, bugün tedavülde olanın neredeyse zıddıydı. Son bir yılda iktidar tarafından kavram “(ve) milli” ile birleştirilerek, önce muhaliflere karşı, sonra da PKK ile savaş kararını meşrulaştırıcı bir şiar, bir motto olarak kullanılmaya başlandı. Böylece özünü yitirmiş ve iki kelimenin de birbirini dışladığı anlamsız bir kavramlaştırma karşımız çıktı. Söz konusu yazımda milli kavramını değil, neredeyse onun karşıtı olarak “yerli” kavramını kullanmıştım. Milliyetçilerin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana “Türk olmayan”ları tarifiyle alâkalıydı bu kullanış.
Ama daha eskisi de var. İttihat ve Terakki’nin öncülük ettiği, Müslüman halkı gayrimüslimlerden mal satın almamaya çağıran Müslüman Boykotajı (1913), Ermeni tehciri/soykırımı (1915) ve İstanbul’un işgali (Kasım 1918) günleri dahil, bu ülkede yaşayan gayrimüslimlere iktidarlar ve etkili çevreler tarafından yakıştırılan çok sayıda olumsuz sıfat var. * En hafifinden, gayrimüslimlerin milli olmadığı, düşmanla birleşerek vatana “ihanet” ettiği gibi, Türk/Müslüman hafızasına kazınmış, gerçekliği kendinden menkul ezberler en sık karşılaştığımız yaftalamalar. Eskilerin tabiriyle “anasır-ı muhtelife [çeşitli unsurlar],” birden çok etnik ve dini unsurdan oluşan bir toplumsal yapıyı, yani Osmanlı toplum yapısını işaret ediyordu. Ancak bazı tarihçilere göre bu tabir Müslüman ve Türkleri içermiyor, diğer etnik ve dini unsurlara işaret ediyordu. Nitekim bu anlayışı daha açık ifade eden “anasır-ı saire [diğer unsurlar]” aynı dönemin tabiriydi.
Aslında “Osmanlı” tabiri Tanzimat reformlarıyla birlikte bahsettiğim tüm unsurları adlayan birleştirici bir kavram olarak kullanılmaya başlanmıştı. Üstelik 1876 Anayasasının 8. ve 17. maddeleri uyruklar arasında eşitliği vurguluyordu: “Hangi dinden olurlarsa olsunlar İmparatorluk uyruklarına hiç bir ayrım gözetilmeksizin Osmanlı denir.” Ve “Yasa önünde tüm Osmanlılar eşittir.” Keza, dönemin düşünürlerinden ve reformcularından Ahmed Mithad Efendi de 1878’de, “Osmanlı devletinin ne sırf bir İslâm ve ne de sırf bir Türk devleti gibi teşekkül” ettiğini; Osmanlılığın “muhtelif cinslerden ibaret bulunan bir alay halkı” ifade ettiğini belirtiyordu (“cins” sözcüğünün burada Osmanlı etnik ve dini unsurlarını ifade ettiğini hatırlatalım). Yine de imparatorluğun mirası üzerine yapılan son çalışmalarda yer alan “herkesin eşit ama Müslümanların daha eşit olduğu” uyarısını dikkate almak gerekiyor. Ve “Müslümanların bürokraside ve sarayda önemli mevkilere sahip” olduğu gerçeğini.**
Gelelim yerli kavramına. Türkiye Cumhuriyeti döneminde Müslüman olmayan halklara karşı baskılar, göç ettirme, ülkeyi terk ettirme politikaları ayan beyan sürdürüldü ve bu sayede yeni Türkiye burjuvazisi, bu unsurların asırlara dayalı iktisadi, mesleki ve bilgi birikimine el koydu. Böyle bir açgözlülüğün ve saldırganlığın “milli” devlet desteğiyle gerçekleşmesi ise biz sonraki nesillere utanç vesilesi olarak kaldı. Bu ülkede “milli” kavramı, uzanımları ırkçılığa, İslamiyet dışındaki inanç sistemlerine düşmanlığa ve yabancı düşmanlığına varan bir simge olarak kullanıldı. Yazımda, tam da bu simgeselliğe ve içeriğe karşı çıkmak için, Türkler/Müslümanlar dışındaki yerli halkların bu ülkenin asli ve en eski halkları olduğunu, yani bu ülkenin “sahip”lerinin yalnızca Türkler/Müslümanlar olmadığını, kültürel birikimimizi bu çoğulluğun yarattığı zenginliğe borçlu olduğumuzu ifade etmek için “yerli” kavramını kullanmıştım. O günlerde yazının altına yorum düşen bir okur, meramımı anlamayarak beni milliyetçilikle itham etmiş ve “bu milliyetçi bir yazı, yerli sözünü kaldırıp milli’yi koyun, olsun bitsin” demişti.
Eh, iktidar da alıp istediği yönde eğip bükerek kullanmış; çok mu?
NOTLAR
(*) İşgal tabirini o günün önde gelenlerinin kullandığı bir tanım olarak aldım. Tarihimizdeki kimi olguların ve olayların isimlendirilişine ezbere değil, temkinli yaklaşmanın ve bu isimlendirmelerin siyasi arka planını aramanın, yeni ve eleştirel tarihçilerin görevi olduğunu düşünüyorum. Sorunsallaştıracağım bu tanımlamalardan birinin de “Kurtuluş Savaşı” olduğunu belirtmeliyim.
(*) Bkz. Itzkowitz, Norman (2000), “Algılamalar Sorunu”; Brown, L. Carl (der.) İmparatorluk Mirası (çev. Gül Çağla Güven, İstanbul, İletişim Yayınları), 53, 51.