Ana SayfaYazarlarMimarinin eşiği, mimarın inadı

Mimarinin eşiği, mimarın inadı

 

 

 

 

1970’lerden beri bina çehrelerinin ne kadar değiştiğini kıyaslamayla anlatmak üzere başvurduğum 70’lerde inşa edilmiş mütevazi bir sıra-ev ile raslantıyla seçilmiş sıradan bir 80 sonrası binası örneği:

 

 

70’ler evi tuğla duvar üzeri sıva ile bitirilmiş, yegane ayrıcalığı İzmir Alsancak’tan ithal ahşap panjurları. Artık bu türden sitelerin kabukları, metal, ahşap, taş, cam, dekoratif sıva vs. katmanlarla sarılarak tamamlanıyor.

 

İstanbul’da fotografını ana sayfaya çıkardığım yeni bir yerleşme var. Yerleşme sosyal statüsü ve konumuyla günümüz kent muhalefeti hedefi sitelerinin başlıca iki özelliğine de sahip: Bir kere kapalı “gated” bir yerleşme; üstelik 3. köprü/çevreyolu/havaalanı etki alanı içindeki Kuzey yeşil bandı içinde bulunuyor. Piyasa değerleri itibariyle de bu özellikleri iyice pekişiyor, tipik bir üst-orta tabaka hedefli girişim. Atipik olan bu özelliklerini tasarımıyla da pekiştirip gözümüze batırmamasında. Hatta neredeyse 70’lerden kalma Postmodern öncesi malzeme ve tasarım dağarcığıyla yapılıp bitirilmesinde. Terası, bahçesi, yeşili değil akranı emsallerinden farklılaştıran. Onların hepsi alâsıyla var. Döneminin aşikâr göstergelerinden mahrum sadece. Sokak, bahçe ve terasları sınırlayan beton duvarların titizliği kadar; sıva üzeri beyaz boya katmanından dışarı taşan elemanların ısrarla o henüz hafızalarımızdan silinmemiş demir profillerinden türeme yalın zanaatkârane detaylarla çözülüşündeki tutarlılık da ardındaki iddialı tasarımcının işaretlerini veriyor.

 

 

Belli ki o çağdaş takıp-takıştırma tekniklerinden, o artık iyice müptezelleştirilmiş Osmanlı, Selçuklu vb. kadim hayali zamanlara öykünerek değil, yakın geçmişe ve zanaatkârane yapım ustalıklarına sığınılarak uzak durulmuş.

 

Modern mimarlık kültürüne aşina olanlar 70’ler Türkiyesi’nden biraz daha eski ve o kadar anonim olmayan bir izin de çekim alanında olunduğunu sezeceklerdir. 

 

 

Evet 20. yüzyılın taklit edilmeye en kapalı; o bakımdan da en yanına yaklaşılmaz mimari tutumu bu: 1920’ler Viyana’sında, tarihsel stiller kadar onların zamane alternatifi Art Nouveau’ya da reaksiyonla kendini var etmiş Adolf Loos ile Josef Frank’in izi sözkonusu olan.

 

A.Loos’un “Süsleme Suçtur” (1910) metninin aleniliğiyle kolayından minimalizmle özdeşleştirilip kestirmeden yanlış anlaşılmış çetin ceviz anti-estetik tutum.

 

 

Oysa Loos ve Frank’ın (birlikte değil) ayrı ayrı kaçtıkları şey, mobilya ve binaları süsledikleri vehmedilmiş zenaatkârane profiller ve bitiş detayları değil; bina ve mobilyaların insanlara tanıdık kılmak üzere belirli kalıplara/şekillere sokulmaları. Kısacası stilleri sürdüren tasarım pratiğiydi,  ki onlara göre bunların esas tehditkâr olanları artık köhnemiş eskiler değil, modalaşan çağdaşlarıydı. Yani mesela geçen Brüksel yazımda etraflıca anlattığım Jugendstil/Secession diye anılan Viyana Art-Nouveau’su ile daha da özgül bir pratik olarak da Josef Hofmann’ın Viyana Atölyeleri.

 

Loos ve Frank’ı taklit zorluğu/imkansızlığı stilistik kalıplara dökülmüş şekillere kapalılıklarıyla ilgiliydi; yani şekilsizlikle. Israrla sığındıkları şekilsizlik (stilsizlik) ile kastedilen de; program, malzeme ve  inşai alışkanlıktan kaynaklanmayıp, nesnenin muhattabıyla ilişkisini “hoş tutmak” üzere yapılmış şeylerdi. Böyle yapılmış her tasarım hamlesini “süs”/fazlalık diye görmeleriyle ilgiliydi ki; De Stijl çevresi benzeri çağdaşlarının soyutlamayla varılmış sadelikleriyle de aralarına mesafe koyan tam buydu.

 

 

Kısaca pazarlamacıları çileden çıkaracak bir anti-tüketim tutumuydu ve taklide kapalıydı. İşte en başa fotoğrafını koyduğum Optimum evlerinin, Postmodern öncesi 70’ler vasatının yanı sıra tutunduğu ikinci izlek de son yüzyılın tutunulmaya en kapalı bu eğilimi olmuş.

 

Şekle değil, tutuma öykünmeyle bu zorlu hedefi tutturan iddialı mimar da Can Çinici…  İstanbul’un her yeni iktidarla tazelenen yeni burjuvasının cirit attığı, sivil toplum dikkatinin nöbete durduğu bir yerde, sokağı, bahçesi, terasıyla; kapısı, saçağı, merdiveni, balkonuyla kendi içine büzülerek zamanından kaçıp, yaşama ve inşaat kültürünün genişliğine sığnmış Zekeriyaköy’deki Optimum evleri.

 

Sözü tersinden kurunca amaçla araç karıştı. Tabii ki 70’lerin henüz soluğu tükenmemiş kanaatkârlığına varmak için Loos’un yolu izlenmemiş; tersine, 70’lerin mütevazi ve çekingen inşai diline, Loos’un zorlu anti-konformizmine giden yolda Postmodern açılıp-saçılmanın bir adım gerisinin anısı olarak ve araç niyetine başvurulmuş ve piyasalar ile genelde tüketim kültürünün baştan çıkarıcı heveslerine karşı da arketipal konvansiyonların bir adım dahi ötesine geçirmeyen ve ancak mimarlığa güvenle benibenimsenebilecek bir inatla direnilmiş.

 

 

Haydi Can Çinici ofisinden böyle bir ürün çıkması beklenmeyecek şey değil, ama kolayına yorumcu kanısının aksine, meğerse inşaat/gayrımenkul sektörümüzün üretici aktörleri ve konut piyasamızın tüketici aktörleri ne küresel piyasa vasatlarından daha dargörüşlü ne de inceliklere uzakmış.

 

Can Çinici’nin kendisini ve mimariyi anlamayan geliştirici ve müteahhitlerden, tüketicilerden şikayet etmesine gerek kalmamış; çünkü çizdikleri inşa edilmiş, hatta satılmış. Kapitalizmin kendilerini toplumun geri kalanından tam da yaşama biçimi ve zevkiyle ayrıştırma hevesindeki seçkin aktörlerinin ortalama beklentileriyle arasına bu kadar mesafe koymuş bir yerleşmeyi ortaya çıkaran enerji yoğunlaşmasını boşuna sosyal gerçekliklerde aramamak lazım. Son yüzyılın ilişki kurulması en güç mimari tutumundan ilham alma cesaretiyle yetinmeyip, üstüne bir de üç çeyrek yüzyıl sonra bambaşka tarihsel/coğrafi koşullarda bunun yol-yordamını da bulacak böylesine bir sürpriz çıkışı ancak mimarının yoğunlaşma inadı ve kapasitesi açıklayabilir. Çinici’nin son dönemde yaptığı işlere, mesela Bolluca Pazar alanına ve yaptığı apartmanlara aşina olanlara Zekeriyaköy’de cesurca dışavurulmuş enerji sıkışmasının işaretleri yabancı gelmeyecektir.

 

 

Tabii Loos’un 20.yüzyıl mimarlığına adı konmuş başlıca katkısı olan ve birbirine açılan boşlukların tasarımı demek olan “Raumplanung”u da aramaya gerek yok, çünkü mimarının böyle bir angajman tutarlılığı iddiası yok ve Raumplanung’da zaten iç mekan kurgusuyla kabuğu kopmaz bağlarla birbirine iliştirme beklentili bir anlayış değil. Yoksa Loos iri hacimli villalarında ferahça birbirine açtığı mekanların sınırlı volumetrilerde nasıl akışkanlaştırılacağının örneğini Werkbundsiedlung kapsamında yaptığı küçük evlerde göstermişti.

 

 

Loos’un stratejisini izlemediğinden doğrudan bağlantısı kurulamayacak çok farklı bir izleği de yok değil Raumplanung’un Çinici’nin Optimum evlerinde: Birbirine açılan iç hacimler olarak değil, yerleşmeyi arazinin sert eğimine oturturken kullanılan teraslamaların arayüzlerinde kalan boşluklar, bahçe, yol ve teraslara açılırken meydana getirdikleri kompozisyon yerleşmenin iç-mekânıymışcasına [interior] kayda-değer özgül  perspektifler veriyor.

 

 

O ironik üslubuyla “Bırakın insanlar evlerini istedikleri gibi zevksizlikleriyle doldursular!” diyen Adolf Loos’un keskin eleştirisinin hedefi evlerini dolduranlar değil, o doldurulanlara şekil verirken sadece mekanı toplamaya değil sahiplerini de  eğitmeye heveslenen meslektaşlarıydı. Nitekim köşe yazılarından birinde bir meslektaşını işin teslimi ertesinde müşterisinin kapısını çaldırıp ayağındaki terlikleri görünce ”olmadı mirim onlar yatak odası içindi!” diye çıkışırken tasvir etmişti.

 

Can Çinici’nin  evlerini arketiplerin ve usta işi zanaatkâr alışkanlıklarının ötesine taşacak stillerden/süsten kaçan müdahalelerle şekillendiren tutumunun bir mesajı olacaksa bu da evlerin tüketicisinden ziyade biz mimarlar da dahil konut piyasasının arz tarafında konumlanan aktörlerine yöneliyor ve  huzur ve sükunet beklentisinin de statü kadar insani bir yatırım olduğunu hatırlatıyor. Evler satılıp, kullanıldıklarına göre pek de yersiz ve karşılıksız bir tavsiye olmasa gerek. O Kuzey bandına çaresizce izleyeceğimiz nice yatırımlar ve siteler yapılacağı aşikâr olduğuna göre, ”Ne yapalım, müşteri istiyor!” argümanını elimizden almanın en azından makul, yerinde ve zamanında bir testi olmuş… Gerisi arz tarafındakiler olarak bizim bileceğimiz iş.

 

Çinici’nin jestinin mimarlık kültürünün içiyle dışını ayırdeden eşiğe işaret etmekle mimarlığa katksı da cabası… Loos’dan sonraki üç çeyrek yüzyılda ev, tüketim pratiklerinin odağına iyice yerleştirilip ablukaya alınalı beri o kakafoni biz mimarların kafasını da iyiden iyiye bulandırıp mimarlığın sosyal statülerle ikâme edilişinin seyircisi haline getirmedi mi? 

 

Diğer yaratıcı işlerde de olduğu gibi vaatlerini tutturmanın özgüveninden güç alan bir mimari projenin de çoğunlukla yaratıcısının kastettiğinden, hatta ortaya çıkmasını umduğundan dahi bağımsız ödül niyetine sürpriz sonuçları da olur. Sanırım Çinici’nin buradaki ödülü de yerleşmenin iç ve dış siluetlerinin de neredeyse öteden beri orada varolmuş ve çağımızda artık ancak Ortaçağ ve öncesi yerleşimlerinde rastlanabilen evlerin anonim authentic bir arada duruşlarıyla birbirleriyle ve çevreleriyle kaynaşmaları olmuş, ki işin bu kadarı da Loos’un bile bırakalım deneyip başarmayı, telaffuz etmeye dahi cesaret edemeyeceği bir Modern mimarlık sınırıydı. Bu ölçekte daha iddialı olması beklenecek J. Frank da iş yerleşmeye gelince Werkbundsiedlung’un küratörü olarak  yaptığı gibi birbirinden habersiz ve bağımsız tasarımların bir aradalığından medet ummakla yetinmişti…. 

 

 

Optimum evlerinde Matruşka bebekleri gibi birbirinin içinden çıkarcasına birbirine hısım ve aynı bütünün parçası olmak, tabii ki tasarımcısının kurduğu mimari dili ustaca eklemlemesiyle mümkün olmuş ama o eklemli dili kurarken onların toplamını ahenkle birarada tutacak tutkalın bileşimi daha icat edilmedi. Hangi aşamadadır bilemesem de bir noktada yerleşmenin dış ve iç siluetlerini izlerken, “Bu benim yaptığım, elimden/zihnimden/masamdan çıkma bir şey midir? Yoksa geçerken rastladığım mı? Aşinalığını kendi yaptığıma mı, yoksa yaşantı deneyimlerimden hatırladıklarımın hafızamdaki tortusuna mı borçluyum” ikileminin şaşkınlığını yaşamış olsa gerek.

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -