“Bu dünyada hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi”. (¹) Babaanne, dede, iki oğul, bir gelin, bir torun…
Sofrada sadece misafirler geldiğinde çıkarılan porselen yemek takımları var.
Büyük oğul o gecenin istiap haddine uygun 35’lik rakıyı açmak üzere… Evin gelini bardaklara su koymaya hazırlanıyor.
Babaanne bir şeyler söyleyecek… Ama birden ağzına, diline hâkim olamadığını fark ediyor.
Konuşamıyor… Sadece “NaaAAaaAaaa” nidası dökülüyor, çarpılan ağzından.
Sesi bir iniyor, bir çıkıyor. Kelimelerini yitirmiş, sadece haykırıyor.
Konuşamadığını, diline hükmedemediğini anladığı için dehşet içinde.
Tam o sırada o yaşlı dede, oğullarının o kuralcı, muhafazakâr babası, birden babaanneyi, karısını ağzından öpüyor.
Uzun, uzun… “En müstehcen biçimi”yle…
Karısının hepsinin bildiği ölümcül hastalığının o sofrada ilk kez ortaya çıkan yeni aşamasına, o refleksi gösteriyor.
Ağzından öperek, hastalığın ağır feryadını boğmak…
Yaşlı kadının o andan sonra artık hiç konuşamayacağını anladığı o canhıraş “NaaAAaaAaaa” nidasını, ağzından emip yutarmış gibi öpüyor.
Aklından romanın kilit kelimelerinden biri, Arapça Ya’aburnee geçiyor sanki.
“Beni sen göm”, yani “Senden önce ölmek istiyorum çünkü seni kaybetmeye dayanamam” anlamına gelen o hüzünlü, müzikal kelime.
Ayfer Tunç’un “Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura” romanında okuduğum bu satırlar beni beş yıl öncesine taşımıştı.
Annem o günlerde 88 yaşında… Belli bir hastalığı yok.
Aklı, sağlığı, muhakemesi, hareketleri, her şeyi –o yaşa göre- yerli yerinde…
Koltukta oturuyor, hep birlikte konuşuyoruz.
Hayat öpücüğünün öldüğü an
Bir ara başı öne eğiliyor, bırakıyor kendini…
“Anne” deyip, sırtını yavaşça koltuğa yaslıyorum.
Başı koltuğun arkasına sertçe düşüyor.
Başını dik tutan “can” kalmamış.
Bayıldığını düşünüyoruz önce. Ama farklı…
Bakıyoruz… Öylece gitmiş… Annem.
“Usulca bir ah, ölüyorum eyvah” bile diyemeden.
Telaşımızı görünce, Demans’dan Alzheimer’a koşardım geçen 90 yaşındaki babam doğrulmaya çalışıyor yanındaki koltuktan.
Anneme ulaşmaya çabalıyor:
“Öpeyim, ağzından öpeyim…”
Önce son bir veda isteği gibi geliyor bize.
Ama anlıyoruz ki, ömrünce her şeye bir çare arayan babam, sunî teneffüsü kast ediyormuş.
112 Acil hemen geliyor. Epey uğraşıyorlar.
Yok… O anda bitmiş hayat.
Kum saatinde bir zerre bile kalmamış.
Yere uzatıldığında kamburu düzelmiş, yaşlandıkça kısalan boyu gençliğine uzamış sanki.
Yüzünde bariz bir gülümseme kalmış…
Oysa gülümseyerek veda edemeyecek kadar çok ama çok severdi hayatı.
Dolusuna yaşardı da, kendince.
“Güle Güle”lerin değil, “Hoşgeldin”lerin insanıydı.
Öleceğini bilse, solardı gülümsemesi belki.
Belki de savaşarak gülümserdi.
Hayatı boyunca kimsenin kalbini kırmayan, dedikodunun kıyısına uğramayan…
Hatta dedikodu girişimlerini, "Olur mu hayatım, o öyle değildir, sana öyle gelmiştir" diye kırmadan ama net kapatan annem.
Yüzünden eksilmeyen gülümsemesi de miras kaldı bize.
Saatli Maarif Takvimi'nden her yıl doğduğum günün yapraklarını saklamış, günlüklerinin arasına.
Kitaptır…
Hayat bazen içinden geçer
Ölüm birdenbire olunca, gidene iyi gelir diye düşünülür.
Peki ya ne zaman, hatta nasıl, hangi aşamalardan geçerek öleceğini bilerek yaşamak?
Ayfer Tunç son romanında işte onu, ölümcül bir hastalığın tanısıyla, hatta aynı hastalığın annesinde izlediği tanıklığıyla yaşayan bir insanı anlatıyor.
Her şey beş aşağı-beş yukarı yolunda giderken kaçınılmaz bir “durum”la karşılaşıyorsun.
Ve bir şekilde düzenli sandığın hayatının, sanki sana sonsuz gelen rutininin aslında hiç de ebedi olmadığını anlıyorsun o an.
Duyguların ölüme “Daha var” dese de, sonrasına orta parmak kaldırsa da, herkes gibisin artık sen de…
Kum saati hiçbir zaman/saat dilimine uymadan bitenler, miadını dolduranlar gibisin.
Herkes gibi…
Kendi hayatında da sıradışı ağır haller yaşanabileceğini, ortalama normallerinin bir anda alt-üst olabileceğini, o “an” geldiğinde, o “durum”la yüzleşince algılıyorsun.
Tunç’tan mülhem, o an’a kadar sana değen hayat, artık içinden geçiyor.
O çarp(ış)ma “an”ına kadar, kendi hayatının dışındaki, kendi yaşam alanına değmeyen felaketleri, travmaları -bazen gözlerin dolsa da- bir “ekran”dan izliyorsun çünkü.
Öyle ya da böyle seyircisin.
Koca bir aileyi hayattan kazıyan bir trafik kazası, bazı insanların hayatına ya da kalan ömrüne mal olan “darbe”ler, ölümcül hastalıklar, cinayetler, depremler, işsizler, evsizler, her türden yürek enfraktı…
Bazen yüreğine değse de hayatına omuz atmadan, ekrandan gelip geçiyor.
Başkalarının hayatları zira onlar. “Benim başıma gelmez”…
Benzer ya da farklı bir biçiminin, kopup gelen bir meteor gibi aniden hayatın ortasına düşebileceği aklına gelmiyor. Gelse de kovalıyorsun.
O an’a kadar seyircisin zira.
Ve seyirci “beyazperde”sinde ve ondan ufak dünyasında, mutlu son sever.
Kaderin adı Pinokyo olursa…
Ayfer Tunç romanıyla ilgili söyleşinde, “İnsanın kaderle ilgili sorduğu en temel soru, ölümcül hastalık karşısında ‘Neden ben?’ sorusudur” diyor.
Bencilce bir soru aslında, ölümle insan arasındaki belki en sinsi soru:
“Neden ben de, ‘başkası’ değil?”
İnsanın kadere öfkeyle yahut en zavallı hâliyle sorduğu, şaşırtmalı bilmece.
Uçuruma düşerken bir dala tutunup da, nihai yanıtını ayağına sarılanı tekmelemekte bulmaya hazır bir soru sanki. Yeterince çalışmadığın yerden çıkan final sorusu…
Ama bir o kadar da insanlık hâli. Vah insana…
Romandaki kahraman Sophie koyuyor kaderin, kaderinin adını.
Zira annesinden ona kalan hastalığı, “Sophie’nin Seçimi” filmindeki gibi iki kardeşten birini seçmiş.
Düşünüyorum da…
Benim kaderimin adı, Pinokyo olmalı.
Kadere, sol omzumdaki su pericikleri, sağ omzumdaki huriler, fikrimdeki ecinliler (e-cinliler mi desek kompütürzede devrimizde), alınyazımdaki kamyon vecizeleri kadar inanıyorum zira.
Kahpe felek, kör talih, “Kader kısmet beş kuruşa” … O kadar.
O nedenle “kader”in her şeye soktuğu burnunun, soracağım o yaman soruda ömrümden daha az uzamasını isterdim:
“Söyle Pinokyo, kaç bahar daha?..”
Baharı, anneli Anneler Günleri, uzun, doyasıya olan hayatlar dileğiyle…
BİR FİLM/BİR REPLİK
ÇEKİLMEMİŞ BİR FİLMİN
SÖYLENMEMİŞ REPLİĞİ
Önce kedisini tanıdık sokakta…
Ağaçlardan düşen atkestanelerinin ardından "pürtelaş" koşuşturan bir yavru sarman.
Boynunda kırmızı bir kurdele.
Sonra onun ardında zıplayan küçük kız çocuğunu…
Belli… İkisi de acemisi henüz mahallenin.
Otuz yaşlarında bir kadın beliriyor yanlarında.
Moldova ya da Ukrayna’dan geldiğini söylüyor, hatırlayamıyorum.
Türkçesi şirin ve sıcak. Yüzü hüzünlü.
Yanında, kedi ve kız çocuğu.
Üçü de dost, “komşu” bakıyorlar yüzümüze.
"Kardeşim" diye tanıştırıyor, kız çocuğunu.
Seviyoruz onları.
Apartmanın kapıcı dairesinde yaşıyorlar.
Biri bölünmüş el kadar mutfaklı, iki küçücük oda.
Kelimenin tam anlamıyla Almanca “vasisdas” diyeceğin, tek penceresi var “ev”lerinin.
Bir gün sokakta oynayan yaşıtlarının yanına koşturuyor küçük kız.
Nefes nefese, onun saçında da bir kırmızı kurdele.
Yanakları al al soruyor; “Annemi gördünüz mü…”
Yıllar önce kayboldular sokağımızdan.
Anneler Günü, bana -nedenini ne olursa olsun başım üstüne- o hazin yalanı, o küçük kız çocuğunu, çaresiz annesini, kırmızı kurdeleleri, içimdeki burukluğu da anımsatıyor.
Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) istatistiklerine göre, Türkiye’ye gelen/getirilen her üç kadından biri anne.
IOM’un kadın ticaretine karşı kampanyası için seçtiği sloganı hatırlıyorum:
"Annemi gördünüz mü?"
(¹) Barış Bıçakçı – Aramızdaki En Kısa Mesafe.