Ana SayfaYazarlarMızıkayla da olur, yort savul! (¹)

Mızıkayla da olur, yort savul! (¹)

 

Vicdan mefhumun, “mevhum”a, yani vehmedilen, gerçekte olmayıp da var diye düşünülen bir şeye dönüştüğü böyle günlerde, Adolf Hitlerin bu ülkede maziye gömemediğimiz o zalim vaadi geliyor aklıma:

Ben sizi vicdan olarak adlandırılan hülyadan azat ediyorum…”

 

Çocukluk günlerimi hatırlıyorum.

Zira ben “vicdan”a önce babamda, sonra dayımda rastladım. 

Vicdanın ne olduğunu bilmeden, hak, adalet, merhamet gibi sezgisel bir şeylerdi sanıyorum kulağıma çalınan.

Bir çocuğun başını okşayan ve sokakta dik tutan temaslar vardı sanki, bugün yeterince hatırlamadığım o manzum sohbetlerde.

 

Rahle-i tedrisat diyemem.

Dinlediklerimden, gördüklerimden ne öğrendim, öğrendiysem hakkını verebildim mi…

Bilmiyorum.

Bir güvercinin kalabalıktaki tedirginliğini, anca Hrant Dink öldürülünce fark ediyorsak, mezuniyeti yoktur bu meselenin.

 

Vicdanın belleğimdeki adreslerinden biri olan rahmetli dayımı, hakiki baro başkanı, insan hakları aktivisti, feylesof filan sanmayın.

Emekli “mızıka astsubayı”ydı.

Bando değil de, “Askeri Mızıka Okulu” denirmiş, onun zamanında.

Cümbür gümbür mehter başta olmak üzere, askeriyenin her hâli zihnimde harbe, cenge ataşlansa da…

Dayım renkli, vicdanı/gönlübol, merhametli ama asi kişiliğiyle, Can Yücelden mülhem “üç yıldızlı bir albaysa gökyüzü, karşısında önü açık gezerdi”.

 

Hemen her enstrümanı çalardı.

Onca disiplinin, otoritenin, “bir örnek” içtiması/içtimaisi içinde, muzır, hınzır bir trompet, klarnet, saksafon, tuşlu çalgılar ve her daim yanında akordeon…

Düşünüyorum da… Askeri mızıkanın asi ve hiç büyümeyen “teneke trampeti”ydi o. 

Subayları onu, o dikbaşlı mızıka astsubayını –lisan-ı münasiple- “paşa babası”na şikayet edermiş de…

Tehdit, nasihat nafile.

Annemin aile albümünde üslubu-usturubuyla “Klark çeken” solgun fotoğrafları duruyor.   
Atın üstünde bordo çizmeleri, terkisinde nikelajı-sedefi her ışıkta yanan bordo Hohner akordeonu, briyantinli dalgalı saçlarıyla çizdiği gençlik silueti, tek belgesi değil bu hatıratın.

Hatıram da oldu, dayım. Şükür, hayatımın kıymetli bir parçası da…

Çocukluğumdan erişkinliğime, 10 kişiye bölüştürülse 10 kişiyi götürecek hastalıklarına rağmen, inadına “yaşlı” ölene dek, hayatla muhabbetini kesmedi.
Sağlığı da uyutmazdı onu, hastalığı da. Sohbetlerimiz çoğunda sabaha erdi…

Kan kanseri, siroz, kalp yetmezliği, şeker, yüksek tansiyon, nefes darlığı, ödem filanla cümbür cemaat 70’ini devirdiğinde, İstanbul’dan -bu kez GATA’ya yatmak için- gelmişti yanımıza.
 

Yatırdığımızda ısrarla incecik cüzdanını vermişti bana; “Evladım, harcama gerekirse…”
Cüzdanı, bana günlüğünü vermiş gibi hevesle aldığımı hatırlarım. 
Şimdi anlatacaklarım “cüzdan-vicdan meselesi için fena bir giriş olmazdı ama…
Cüzdanı karıştırmadığımı, kutsal bir emanetin huşusu içinde sarıp-sarmaladığımı sanmayın.
 

Onu daha da çok tanımanın şevkinde olduğum için, keyifle itiraf edeceğim.
Cüzdanı aldıktan sonra hastanenin bir kuytusuna çekildim ve mahcubiyetten uzak(ta), açtım.
Bir kaç banknotun sıkıştırıldığı cüzdanın ortasındaki resimlikte, Sibel Can’ın bir mecmuadan dikkatle kesilmiş bir fotoğrafı vardı!
Bordo çizmeli/akordeonlu dayımın kantodan tangoya döneminde sahneye çıksaydı, “Çıktı mı deprem sanırsın” dedirtecek, balık etinin fevkinde bir fotoğrafı…

 

Meşrebini ondan ibaret sanmayın.

Onu çok eskiden tanıyan ahbap/akrabaların, “Mahalleden geçti mi, genç kız hanelerinin perdeleri usulca oynar, aralanırdı” tevatürünü de boşverin.
Lâkin hastanedeki uzun, ağır, ihtiyar tedavisinde bizzat gözledik; GATA’da onu en çok hemşireler sevdi.

 

Hastaneden bir kısmının tedavisi olmayan, ama her gün kan ve onlarca ilaç verilerek yatıştırılan hastalıklarıyla birlikte ayakta taburcu olduğunda…

Israrlı sorularım üzerine doktoru ömrünü en çok bir yılla sınırladı: 

“Sakatat yemesin, bari…”  

 

Doktoru da biliyordu… Sıkı içerdi, yine içecekti çünkü.

Meze dersen… İki dal böbrek yahut az ciğer, bir koç yumurtası, 4-5 sıkım çiğköfteyle içtiği küçük-büyük rakıdan, şaraba geçti son demlerinde.

Doktor tavsiyesiyle değil, bünyesi artık rakıyı kaldırmadığı için. 

Bünyesinin kaldıramadığı her şeye tepki gösterir, bir çözüm, bir çare üretmeye çalışırdı zaten.
“Vicdan” da bireysel-toplumsal bünye işi değil miydi, esasında? Sağlığı öyle yapıcı, hastalığı öyle yıkıcıydı.

Öngörülenin tersine 70’inde filan değil 80’lerinde gitti.
 

Vicdanı dayımdan da öğrendim.

Ayazda kıyamayıp yanında yattığı atıyla, içlerinden birisinin adı Foksettin olan sokak köpekleriyle, hatta besleyip büyüttüğü öksüz ayı yavrusuyla, vicdanın evcil bir hayvan gibi olduğunu, meselâ.

Sadece sahiplenenin, koruyanın onu besleyebileceğini, büyütebileceğini onun hayatı  çağrıştırdı bana.

Vicdanın, otoriteyle asla geçinemeyeceğini o kanıtladı bana, daha çocukken. 

Layıkıyla üniforma/forma filan giydirilemeyeceğini…
“Emir”in demirden önce, vicdanı kestiğini de.
 

Büyüyünce…

Vicdanın da insanları yönlendiren bir “otorite”, ama “içe mal edilmiş bir otorite” olduğunu, insanların sadece kamuoyu gibi anonim ya da dış otoritelere değil, vicdan gibi içten gelen zorlamalara da “itaat ettiğini” savunan Erich Frommu anladım.

Ama mevzuyu açıklarken seçtiği o -otorite, itaat- kavramları, ufuk çizgisini sevmedim.

İnsan, yıllarca belletilmiş, biçimlendirilmiş “içişleri”yle hesabını önce “itaat” ile görmeli, değil mi dayım?

 

Vicdanın, ille de bir stil gerektirmediğini, ama hakikaten vicdanlı olmanın insana stil kazandırdığını da büyüdükçe fark ettim.
Yastıkta uyumadığını, hatta yastıkta uyandığını…
Uyuyan vicdanı uyandırabileceğini, ama uyuma taklidi yapan (ve kendini öyle rahatlatan) vicdanı uyandıramayacağını…

 

Alkolün vicdanla öyle ya da böyle bir meselesinin, hasbihalinin olduğunu, meşrebe göre vicdanı ya da azabını tetikleyebileceğini…
Onunla her kadehte hissettim.

Vicdanı masaya çağıran hikâyeleri, her kadehte öyle gürültülüydü ki…

Sanki “Dur” derdi gözleri, “Vicdanına kulak ver…”

Fon müziğini boşverdim, teneke trampetini dinledim.
 

Kibirsiz, hesapsız ve adil bir merhametin maalesef iktidara, adalete değil, ama vicdana dair bir şeyler öğrettiğini…
Vicdanın asla “ama”sının olamayacağını, “çünkü”sünün ise bazen iyice anlatılması gerektiğini…
Ve Türkiye’deki en büyük imtihanını, “öteki”nin karşısında vereceğini… Ölümlerle anladım.

 

Sadece bireyin değil, bazen toplumun da vicdan yoksunluğundan malul sayılabileceği öyle düştü aklıma.

Vicdanın, bazı insanları, hatta toplumları diğerlerinden farklı kılan en önemli meziyetlerden birisi olduğuna öyle inandım.

Vicdanın kolay tanımlanamadığını, ama hissedilebileceğini…  
Vicdanın aniden unutulmuş, eski bir şarkı gibi gelip, dili (sesi) tetikleyebileceğini de “mızıkacı” dayımdan öğrendim.

Koro hâlinin olabilirliğini de…

Bunların hepsini o mu öğretti, yoksa o toprağıma attı da ben iç dünyamdan hallice mi filizlendim?

Yoksa babamla, dayıma dair yeniden ürettiğim hatıralarımla bir düş içinde miyim?  

Mühim değil.

Onlarla hâlleşmeler/helâlleşmeler beni hep öğrenci kıldığı için mi, gerisini vicdanı bula-yitire getirdim…

Ehemmiyeti yok.

Ama arkadaş, eş-dostla bir zamandır ne konuşsak konu dönüp dolaşıp vicdana geliyorsa… 
Ve her seferinde babamın, dayımın, herkesi ilgiyle, gözlerine dalarak dinleyebilme meziyetine haiz kulaklarını çınlatıyorsam… Bu kıymetli.
 

Tanımlardan tanım beğenir… Victor Hugo'nun "Vicdan insanın içindeki tanrıdır" sözünü seçersek bu mevzuda.
Ve eğer 7 ölümcül günah misali, 7 hayatî sevabı ya da insanı “insan” yapan 7 hâli saymaya, sıralamaya kalkarsak…Yedisi de bir biçimde vicdana tekabül edecektir.

 

Mızıkacı Mustafa dayım, yaşasaydı… Görseydi, sorsaydı bu durumları…

Beyazı sarıca gözleriyle baksaydı bana…

Ona Attila İlhanın şiirini okurdum:

“Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun”.

 

 

BİR FİLM-BİR REPLİK

TENEKE TRAMPET

“Benim her yere gidesim var, hiçbir yere dönesim yok”…

Bu cümle, Günter Grass’ın romanından yönetmen Volker Schlöndorff’un sinemaya uyarladığı “Teneke Trampet (The Tin Drum)”dan.

 

Film, İkinci Dünya Savaşı’nı, bir çocuğun (Oskar) gözünden anlatır.
Oskar’a üç yaşına bastığında teneke bir trampet hediye edilir.

Büyüdükçe çevresindekilerin hâl-i pürmelâlini izleyen Oskar, büyümeyi reddeder!

İçinde büyüdüğüm dünyayı ve kendi geleceğimi görünce, buna bir son vermeye karar verdim. Bundan sonra büyümeyecek ve daima 3 yaşında, masallardaki bir cüce gibi kalacaktım”.
Ve yükselen Nazizm’i, göz göre göre gelen savaşa duyarsız kalanları, otoriteyi, teneke trampetine kuvvetle vurarak, tiz çığlığıyla protesto, ret eder.

 

Yazar Günter Grass  derseniz… 78 yaşına geldiğinde, 17 yaşındayken kısa bir süre Hitler’in Silahlı SS’lerin üyesi olduğunu itiraf etti:  

“Savaş sonrası yaptıklarımın bu gençlik suçumu affettireceğini umuyorum”.

Vicdan bazen jürisi zaman olan mahkemenin önünde, başı önde itiraftır.

 

(¹) Yazının başlığı, Ece Ayhan’ın “Yort Savul” şiirinden esinlenmedir. “Tez adımlarla çekil, uzaklaş” anlamına gelir.

 

NOT: Yazının, sanki müzikle değil de “askerlik askerlik olalı böyle zulüm görmedik” suretleriyle de dikkat çeken  ana fotoğrafı, “aile albümü”nden değil, internettendir.

 

- Advertisment -